Pargalı Damat İbrahim Paşa
Pargalı Damat İbrahim Paşa, bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Parga yakınlarında bir köyde doğduğu ve altı yaşında İstanbul’a getirildiği genellikle kabul edilirse de hayatının ilk yılları hakkında kesin bilgi yoktur. Ayrıca II. Bayezid devrinde bir akın sırasında ele geçirilip Kefe’de bulunan Şehzade Süleyman’a takdim edildiği veya Pargalı bir gemicinin oğlu olup Türk korsanları tarafından esir alınarak Manisa civarında bir dul kadına satıldığı, ardından Manisa’da bulunan Şehzade Süleyman’ın hizmetine girdiği de rivayet edilir. Bütün bu bilgilerin doğruluğu şüpheli olmakla birlikte gençlik yıllarında Manisa’da Şehzade Süleyman’ın hizmetinde bulunduğu bilinmektedir.
Pargalı, Frenk ve Maktul gibi lakaplarla da anılır. Muhtemelen daha Manisa’da iken Şehzade Süleyman’ın en yakın adamı oldu, tahta geçmesi üzerine de onunla birlikte İstanbul’a gitti. Padişaha olan yakınlığı sebebiyle sarayda önemli görevlerde bulundu. Belgrad Seferi sırasında (1521) kapı ağası olarak görev yapıyordu. Bu sefere çıkılırken masrafları Kanûnî Sultan Süleyman tarafından karşılanan Atmeydanı’ndaki sarayının inşası başlatılmıştı. Padişaha olan bu yakınlığı giderek nüfuz ve gücünün artmasına yol açtı. Has odabaşı ve iç şahinciler ağası oldu, Rodos Seferi’ne katıldı (1522). Nihayet Pîrî Mehmed Paşa’nın azli üzerine o zamana kadarki teamüle aykırı olarak has odabaşılıktan Rumeli beylerbeyiliğiyle vezîriâzam oldu (27 Haziran 1523).
Pîrî Mehmed Paşa’dan sonra vezîriâzamlığa kendisinin getirileceğini uman, İbtihâcü’t-tevârîh’teki bir kayda göre, o sıralarda iç şahinciler ağası bulunan İbrâhim Paşa ile birlikte hareket edip onun vasıtasıyla Pîrî Mehmed Paşa aleyhinde bazı isnatlar ileri sürerek görevden alınmasında pay sahibi olan ikinci vezir Ahmed Paşa bu usulsüz tayine karşı çıktı, divanda huzursuzluğa yol açtı ve Mısır beylerbeyiliğini istedi. Onu İstanbul’dan uzaklaştırmak isteyen İbrâhim Paşa’nın desteğiyle bu istek kabul edildi. Fakat bir müddet sonra isyan eden Ahmed Paşa Mısır’ın nizamının bozulmasına sebep oldu. Bu arada padişahın kız kardeşiyle evlenen İbrâhim Paşa, Ahmed Paşa isyanı dolayısıyla iyice karışan Mısır’da malî-idarî düzenlemeler yapmak ve asayişi sağlamakla görevlendirildi. Kendisine ayrıca Mısır beylerbeyi unvanı verildi. Kahire’de kaldığı müddet içinde asayişi sağlayıp eski kanunları ve ana defterleri buldurdu, bunları göz önüne alarak yeni bir kanunnâme tanzim ettirdi ve işleri yoluna koydu (1524). Bu ilk ciddi görevinde kazandığı başarı şöhretini ve nüfuzunu daha da arttırdı. İki yıl sonra yapılan Macaristan seferinin serdarlığını üstlendi. Mohaç Meydan Muharebesi’nin kazanılmasında rol oynadı. Zaferden sonra padişahla birlikte girdiği Budin’deki bazı heykelleri İstanbul’a getirtip sarayının bahçesine dikmesi tepkiyle karşılandı. Bunda muhaliflerinin de önemli rolü olmuştu. Hatta daha Mısır’da iken sarayının yeniçeriler tarafından yağmalanması, birden en yüksek makama geçmiş olmasının bazı çevrelerde uyandırdığı hoşnutsuzlukla ilgilidir.
Nitekim Venedik elçilik raporlarında kendisinden ilk başında nefret edildiği, ancak padişahın ona karşı yakın ilgisi sebebiyle sultanın annesi, eşi ve diğer iki paşanın onunla zâhiren dost olmak zorunda kaldıkları anlatılır. Bu durum, savaşlarda ve verilen görevlerde gösterdiği başarıları daima ikinci plana itmiş olmalıdır. Sarayının bahçesine diktirdiği heykeller, kendisine karşı duyulan hoşnutsuzluğun eseri olarak Figānî’ye nisbet edilen, “Dü İbrâhîm âmed bedâr-ı cihân / Yekî büt-şiken şüd dîger büt-nişân” şeklindeki hiciv dolayısıyla ona “büt-nişân” (put dikici) gibi bir sıfat kazandıracaktır. Onun ölümünden on altı-on yedi yıl sonra İstanbul’a gelen seyyah Hans Dernschwam, halk arasında Arnavut asıllı olarak bilinen İbrâhim Paşa’nın “gâvur” kaldığı, Hıristiyanlığı’nı gizlediği, resim ve heykellere saygı duyduğu yolundaki rivayetlerin hâlâ söylenegeldiğini ifade etmektedir. Ayrıca onun Avrupalı sanatkârlarla irtibatlı olduğu ve onlara siparişlerde bulunduğu da bilinmektedir. Yine Venedik raporlarında onun Avrupa’nın eski krallarının tarihine ilgi duyduğu, mevcut hânedanları tanımaya çalıştığı belirtilir.
Macaristan seferinin ardından Anadolu’da oldukça tehlikeli bir şekle bürünen isyanları bastırmakla görevlendirilen İbrâhim Paşa idarî kabiliyetini burada da gösterdi. Aldığı isabetli tedbirlerle önce isyanın mahiyetini, kimlerin hangi sebeplerle âsilere katıldığını tesbit etti. Sonra da bunlardan bazılarını çeşitli vaadlerle kendi tarafına çekip âsileri kolayca dağıttı. Ayrıca Macaristan meselesi dolayısıyla İstanbul’a gelen Habsburg elçileriyle yaptığı müzakerelerde, Avrupa’daki gelişmelerden en ince ayrıntısına kadar haberdar olduğunu gösterdiği gibi Osmanlı Devleti’nin kudret ve ihtişamını her vesile ile ifade ederek onları mânevî baskı altında tuttu. İkinci Macaristan seferine çıkılacağı sırada kendisine padişah tarafından oldukça geniş yetkiler tanındı ve serasker unvanı verildi. Viyana Kuşatması ile (1529) neticelenen bu seferden sonra Zapolyai Janos’un (Szapolyai János) Macaristan krallığı tanınmış ve Osmanlı himayesinde Macar krallığı kurulmuştu. Himayeye dayalı Macar siyasetinin bu ilk döneminin oluşmasında önemli rol oynayan İbrâhim Paşa, doğrudan Habsburg İmparatoru V. Karl’ın hedef alındığı Alman seferinde de bulunmuş, ardından Habsburg elçileriyle 1533’te İstanbul’da yapılan barış müzakerelerini yürütmüştü.
Görüşmelere katılan elçilerin raporları, onun güç ve nüfuzunun zirveye ulaştığını ve sınırsız yetkileri haiz olduğunu gösterir. Tamamıyla İbrâhim Paşa’nın kontrolünde cereyan eden müzakereler sonunda arzu edildiği gibi bir barış sağlanmış, Osmanlı vezîriâzamı, imparatorluğun Alman kanadını idare eden V. Karl’ın kardeşi Ferdinand ile eşit sayılmıştı. Osmanlılar’ın bu konuya özellikle ağırlık vermelerinde, Avrupa asalet ölçülerine göre soyu sopu belirsiz basit bir köle olan İbrâhim Paşa ile soylu Habsburg hânedanı mensubu Ferdinand’ı aynı seviyeye getirip Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğu’nda psikolojik bir ezikliğe yol açmayı hedeflemiş olmalarının payı vardır.
İkbal ve gücü doruk noktasına ulaşan İbrâhim Paşa için Safevîler’e karşı girişilen Irakeyn Seferi bir dönüm noktası teşkil etti. Yine çok büyük yetkilerle ve “serasker sultan” unvanı ile çıktığı bu sefer sırasında önden hareketle Tebriz’e girmiş ( 6 Ağustos 1534), ardından padişahın kuvvetleriyle birleşip Bağdat’a inmiş ve burası zaptedilmişti. Sefer sırasında anlaşmazlığa düştüğü, kendisi gibi büyük nüfuz sahibi ve oldukça zengin bir şahıs olan Defterdar İskender Çelebi’yi önce azlettirip sonra da Bağdat’ta katlettirdi. Bu hadise ve büyük yetkilerine güvenerek kendisini sultan unvanı ile anması saray çevresinde ve padişah üzerinde olumsuz bir etkiye yol açtı. İstanbul’a dönüldükten bir müddet sonra (Şubat 1536) Fransızlar’a verilen ahidnâmenin hazırlıkları ile uğraşan İbrâhim Paşa, iftar için saraya çağrıldığı (14-15 Mart 1536) gecesi hiçbir sebep gösterilmeden ansızın boğularak idam edildi. Saraydan çıkarılan cesedi, Ayvansarâyî’ye göre Galata’da Tersane ardındaki Canfedâ (Canfezâ) Zâviyesi yanına “müstakil bir suffe üzerinde” defnedildi. İdam sebebi hakkında kaynaklarda çeşitli görüşler ileri sürülür. Bunlar arasında onun saltanat hırsına kapıldığı, kazandığı kudret ve zenginliği bunu sağlamak için kullanmaya kalktığı, Şehzade Mustafa ile yakın ilişkisi dolayısıyla, kendi oğullarından birini taht için düşünen ve padişah üzerinde büyük etkisi olan Hürrem Sultan’ın ona düşmanlık besleyip aleyhinde çalıştığı, Irakeyn Seferi’nde bilhassa Bağdat’ın fethinden sonra çok sert bir tutum takındığı, kimseyi dinlemediği ve bazı uygunsuz davranışlarda bulunduğu gibi sebepler üzerinde durulur. Kanûnî Sultan Süleyman’ın bu çok yakın arkadaşını hiçbir şey belli etmeden gözden çıkarıp ansızın katlettirmiş olması kendisinde hâsıl olan çok kuvvetli bir kanaate dayansa gerektir. İbrâhim Paşa’nın yanında divan kâtipliğinde bulunmuş olan Celâlzâde Mustafa Çelebi, onun padişahın emirleri ve kanunların tatbikine çok büyük önem verip her işi adaletle yerine getirdiğini, son derece dindar olduğunu, fakat Bağdat’ın fethinden sonra ahlâkının değiştiğini, gurura kapılıp cahillerin sözleriyle uygunsuz işler yaptığını, serdarlığı sırasında elde ettiği pek çok fırsatı kaçırdığını, hatta kendisine hediye olarak Kur’an getirenleri reddettiğini, bütün bunların da padişahın gazabına yol açtığını yazar. Matrakçı Nasuh ise onun “memleketgîrlik” sevdasına kapıldığını belirtir.
İbrâhim Paşa’nın çağdaşı olan şair ve tezkire sahibi Latîfî onun hakkında iki ayrı risâle kaleme almıştır. Bunlardan Risâle-i Enîsü’l-füsahâ der Hakk-ı Merhûm İbrâhim Paşa adını taşıyan eserde onun âni yükselişini, sadrazamlığı sırasındaki davranışlarını, haşmetini, büyük yetkilerini, bundan gurura kapılmasını, şöhret ve ziynet düşkünü haline gelmesini anlatıp böyle büyük bir şana sahipken bir gün birden idam edildiğini ve bundan ibret alınması gerektiğini belirtir. Evsâf-ı İbrâhim Paşa adlı kısa risâlede ise İbrâhim Paşa’nın cömertliğini, şair ve edipleri koruduğunu yazarak övücü ifadelere yer veren Latîfî ondan sonra gelenlerin şair, edip ve sanatçılara önem vermediklerini, hatta bunların hazineden almakta oldukları in‘âm ve câizelerinin kesildiğini de söyler. Daha da ileri giderek halkın İbrâhim Paşa’nın kıymetini ancak ölümünden sonra anladığını yazar. Kanûnî Sultan Süleyman’ın vezîriâzamlarından iken azledilen Lutfî Paşa da vezîriâzamların padişaha çok yakın olmamaları ve kendi azametine kapılmamaları gerektiğini belirtirken örnek olarak İbrâhim Paşa’yı gösterir ve padişahın bizzat onun sarayına ve bahçesine bile gittiğini, bu yakınlığın “herkesin gözüne batan diken” gibi olduğunu ifade eder. Venedik kaynaklarında da İbrâhim Paşa’nın ordu ve hükümet işlerini ihmal ettiği, padişaha çok yakın olmasının ortaya çıkardığı hoşnutsuzluğun rol oynadığı üzerinde durulur. Ayrıca aile içi çekişmelerin kurbanı olma ihtimali de ileri sürülür.
On iki yılı aşkın bir süre vezîriâzamlık makamında kalan, o zamana kadar rastlanmayan ölçüde şan ve şerefe nâil olan, döneminin siyasî hadiselerinin gelişmesinde önemli roller üstlenen ve Venedik elçisinin raporuna göre birkaç dil bilen, tarihe son derece meraklı, mûsikişinas bir devlet adamı olan İbrâhim Paşa’nın sağlığında pek çok malı ve mülkü olduğu ve bunların çoğuna ölümünden sonra el konulduğu bilinmektedir. Bugün Sultanahmet Meydanı’ndaki adını taşıyan muhteşem sarayı yanında, hanımı tarafından kendi namına yaptırılan Kumkapı Camii ve yakınındaki tekke ile Galata’da Perşembepazarı içinde Haliç kıyısında bulunan Eski Yağkapanı Mescidi’nden başka Mekke, Selânik, Hezargrad (Razgrad) ve Kavala’da cami, mektep, medrese, hamam, çeşme ve yine bazı kasabalarda mescid ve zâviyeleri bulunmakta olup bunlara çeşitli vakıflar tahsis etmiştir. Kanûnî’nin kız kardeşi Hatice Sultan ile evliliğinden Mehmed Şah adlı bir oğlu olduğu, babasının İslâmiyet’i kabul ederek Yûnus adını aldığı, ayrıca iki erkek kardeşinin çeşitli memuriyetlerde bulunduğu belirtilmektedir.
Kaynak: İslâm Ansiklopedisi