Nasuh Paşa

Nasuh Paşa Gümülcine’de doğdu. Dramalı bir Rum papazının oğlu olduğu, henüz küçük yaştayken İstanbul’a getirildiği, hadım ağalarından birine satıldığı, zekâ ve kabiliyetiyle dikkat çekerek saraya alındığı rivayet edilir. Bazı kaynaklarda Arnavut asıllı olduğu bilgisi de yer alır. Biyografisini veren çağdaşı Sâfî Mustafa, onun Eski Saray’da “gılmân-ı acemî” olarak teberdarlar zümresine dahilken Musâhib Mehmed Ağa’nın hizmetine girdiğini, daha sonra çavuşlukla taşra çıktığını yazar. Ardından müteferrikalıkla uzun müddet Zile voyvodalığı göreviyle Vâlide Sultan haslarını idare etti. 21 Eylül 1598’de Abdullah Ağa’nın vefatını müteakip kapıcılar kethüdâlığına getirildi. Bu görevi sırasında, Ekim 1598’de Vezir Mahmud Paşa ile sefere gitmeleri emredilen bazı kimselerin itaatsizlikleri üzerine Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin fetvasıyla bu kişilerden bir kısmını şiddetle cezalandırarak sefere katılmalarını temin etti. Ocak 1599’da sadâret mührünü Sadrazam Cerrah Mehmed Paşa’dan alıp Damad İbrâhim Paşa’ya vermekle görevlendirildi. Kapıcılar kethüdâlığından sonra küçük mîrâhurluğa tayin edildi. Çıkan sipahi ayaklanması sırasında 1 Nisan 1600’de Yahudi Kira Kadın’ın yakalanması işini Çavuşbaşı Ömer Ağa ile birlikte üstlendi. Ancak bu hadiseden sonra görevinden alındı. Ardından Sadrazam İbrâhim Paşa’nın vefatıyla sadâret mührünü Yemişçi Hasan Paşa’ya götürmekle vazifelendirildi; ayrıca Ayşe Sultan ile nikâhlandığı haberini de ona iletince sadrazam tarafından kapıcıbaşılığa getirildi.

Nasuh Paşa 1603’te kapıcıbaşılıktan Halep beylerbeyiliğine gönderildi. Ayrıca Celâlîler’in tenkili işiyle görevlendirildi. Şah Abbas’ın Tebriz’e saldırarak şehri zaptetmesi üzerine Tebriz ve Van eyaletlerinin birleştirilerek vezâret rütbesiyle Nasuh Paşa’ya verildiğine dair bir kayıt mevcutsa da bunun doğruluğu şüphelidir. Halep’e vardığında ilk olarak, bir yıl önce Şam yeniçerilerinin burada kıyım yapmaları sebebiyle iki şehir arasındaki düşmanlığa son vermek istedi. Ancak Şam askerleri tarafından kuşatıldı, Kilis Emîri Canbolatoğlu Hüseyin Paşa’nın gönderdiği yardımla Şamlılar’ı mağlûp etti. Bu olay dolayısıyla Canbolatoğlu’nun gücünü görüp ileride problem çıkarabileceği düşüncesiyle onu bertaraf etmeye çalıştıysa da Kilis dışında gerçekleşen çarpışmada yenilgiye uğradı. Bu esnada Şark serdarı Cigalazâde Sinan Paşa’dan Halep’in Canbolatoğlu Hüseyin Paşa’ya tevcih edildiğine dair bir hüküm alınca durumu doğrudan İstanbul’a sordu. Ocaklık sahiplerine eyalet tevcihinin “kanun olmadığı” yolunda cevap gelmesi üzerine Halep’ten ayrılmadı. Canbolatoğlu Hüseyin Paşa, Sinan Paşa’nın yönlendirmesiyle Halep’i üç ay kadar muhasara etti. Sinan Paşa, İstanbul’a da baskı yaparak hükmü nâfiz olmazsa serhad işlerini yürütemeyeceğini bildirince Nasuh Paşa’ya Halep’i Hüseyin Paşa’ya teslim etmesi emri verildi ve vezirlik rütbesi tevcihiyle İstanbul’a çağrıldı. Ancak bu arada Sivas beylerbeyiliğine tayin edildi (Mart 1604).

Nasuh Paşa ardından Anadolu serdarlığı ve muhafazasıyla görevlendirildi. Bolvadin civarında olan Celâlîler’den Tavil Halil üzerine yürüdü. Buradaki çarpışmada yenilgiye uğrayınca Kütahya’ya kaçtı (1605). Bozgunun bütün mesuliyetini birlikte hareket ettiği Anadolu Beylerbeyi Kecdehan Ali Paşa’ya yükledi ve onu önce hapsedip ardından aynı gece katlettirdi. Gerek Ali Paşa gerekse daha önce Konya’da sebepsiz yere idam ettirdiği Karaalizâde Mehmed Çavuş dolayısıyla kendisinden hesap sorulacağı, mağlûbiyetin de aleyhine kullanılacağı endişesiyle, Edirne’den İstanbul’a dönen I. Ahmed’in huzuruna çıktı. Vezirlerin yetersizliğinden yakınarak padişahın bizzat Celâlîler’e karşı hareket etmesi yolunda onu ikna etti. Bunun üzerine 13 Kasım 1605’te İstanbul’dan hareket eden I. Ahmed, Mudanya yoluyla Bursa’ya geldi. Kısa bir süre sonra Nasuh Paşa, Cigalazâde Sinan Paşa’nın vefatının ardından boş kalan Acem serdarlığına üçüncü vezirlikle tayin edildiyse de Kaptanıderyâ Derviş Paşa’nın telkinleriyle, İstanbul’a çağrılan Vezîriâzam Lala Mehmed Paşa şark seferiyle görevlendirildi. Nasuh Paşa’ya ise Bağdat eyaleti verildi (13 Mayıs 1606). Bu arada Tavil Ahmedoğlu Mehmed, Bağdat’ta isyan edip burayı ele geçirmişti. Nasuh Paşa yanında kayınpederi Mîr Şeref, Şehrizol Beylerbeyi Velî Paşa ve eski Basra Beylerbeyi Piyâle Paşa kuvvetleri olduğu halde 4 Aralık 1606’da Bağdat önüne vardı. Seyyid Han ve Ebû Rişoğlu’ndan yardım alan Tavil Ahmedoğlu, Nasuh Paşa’nın ücretli sekbanlarını da 30.000 altın karşılığı kendi safına çekti ve yapılan muharebede başarısız olan, iki yerinden yaralanan, başta Velî Paşa olmak üzere adamlarının çoğunu kaybeden Nasuh Paşa, Mîr Şeref’in ocaklığı olan Cezîre’ye gelip kış mevsimi geçinceye kadar burada bekledi.

Nasuh Paşa bu başarısızlığı dolayısıyla görev yeri Diyarbekir beylerbeyiliği olarak değiştirildi. Burada iken Kuyucu Murad Paşa’nın Celâlîler’e karşı Anadolu’da giriştiği te’dib hareketine karışmadı. Özellikle Canbolatoğlu ve Kalenderoğlu çarpışmaları kendisine yakın bölgelerde cereyan etmesine ve Sadrazam Murad Paşa’dan acele gelmesine dair emirler almasına rağmen bu seferlere iştirak yerine kayınpederi Mîr Şeref’in şahsî hasmı olan Aştı Kalesi beyini muhasara etmekle oyalandı. Daha sonra, Kalenderoğlu’nu takip eden sadrazamın ordusuna Bayburt civarında dahil oldu (26 Eylül 1608). Kuyucu Murad Paşa bu hareketleri yüzünden onu idam ettirmek istediyse de padişahın rıza göstermemesi üzerine bu niyetini ertelemek zorunda kaldı.

Bunun ardından Nasuh Paşa Diyarbekir valiliğini sürdürdü. İki yıldan fazla bu bölgede kaldı. 1610’da Kuyucu Murad Paşa’nın İran seferine katıldı. Bu sırada I. Ahmed’e mektup yollayarak sefer masraflarını kendi malından karşılamak şartıyla sadrazamlığı istediği şeklindeki rivayet belgelerle desteklenmemektedir. Ancak Sâfî Mustafa, Kuyucu Murad Paşa’nın onu kendisine rakip gördüğü için bu bölgeden uzaklaştırıp Mısır’a tayin ettirdiğini yazar. Bu tayin münasebetiyle Nasuh Paşa’nın verdiği ziyafetten hemen sonra hastalanan Murad Paşa’nın 5 Ağustos 1611’de vefatının ardından vezîriâzamlık Nasuh Paşa’ya verildi. İstanbul’dan gönderilen mühür kendisine 22 Ağustos’ta ulaştı. Vezîriâzam olarak ilk önemli icraatı İranlılar’ın, her yıl 200 yük ipek haraç vermek taahhüdüyle yaptıkları barış teklifini kabul etmesidir. Kışı serhadde geçirdi. Şubat 1612’de I. Ahmed, küçük kızı Ayşe Sultan’ı İstanbul’da şeyhülislâmın da katıldığı bir mecliste Nasuh Paşa’ya nikâhladı. Mayıs 1612’de Diyarbekir’den Halep’e geçen Nasuh Paşa, bir yandan İran elçilerini beklerken öte yandan bölgenin emniyeti ve vergi tahsiliyle meşgul oldu. Şah Abbas, kazaskerinin yanına İsfahan ve Kazvin kadılarını da katarak elçilikle Nasuh Paşa’ya gönderdi. Sadrazam elçilik heyetiyle birlikte İstanbul’a geldi ve 20 Kasım 1612’de (1555) sulhu esas alınmak suretiyle barış yapıldı. Nasuh Paşa, Ayşe Sultan’la 1021 Şevvalinde (Aralık 1612) bir düğün merasimiyle evlendi. Aynı yıl Zitvatorok Antlaşması’nın hükümlerini müzakere etti. Edirne’de devam eden görüşmeler sonunda Avusturya barışı tekit edildi. Ayrıca Erdel meselesi de çözüme kavuşturuldu.

Nasuh Paşa sadâreti esnasında I. Ahmed’in yanında iki defa Edirne seyahatine çıktı. İstanbul’da bulunduğu sıralarda Boğaziçi’ndeki imar faaliyetlerini idare etti. Cigalazâde Sinan Paşa’nın saray ve köşkleri, Beylerbeyi’ndeki kasır ve Kandilli Bahçe’deki köşkün tamiri işleriyle uğraştı. Sahilde dolgu yaptırdı. Altı ayda bu imar faaliyetlerini tamamladı. Bu arada Halep beylerbeyi iken yakından tanıdığı Ma‘noğlu Fahreddin’i dikkatle takip ettirdi. Ona karşı husumet besliyordu. Her yıl ödemekte olduğu maktû vergisini eksik gönderdiği bahanesiyle Şam Beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa’yı Fahreddin üzerine sevketti. Fahreddin Sayda’dan ayrılarak İtalya’ya kaçtı. Kazaklar’ın Sinop baskını ise (Ağustos 1614) onun sonunu hazırlayan olayların başlangıcını oluşturdu. Durumu önemsiz bir olay gibi gösteren Nasuh Paşa’ya karşı padişahın güveni sarsıldı.

Nasuh Paşa padişahın yakınında bulunan ve bu dönemi kaleme alan Sâfî Mustafa, onun çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olduğunu, damatlığı ile gücünü arttırdığını, bundan dolayı gurura kapılıp istediği gibi tayin ve aziller yaptığını belirtir. Yanındaki kapı halkından da çok şikâyet edildiği, kendi adamlarını değişik malî görevlerle Anadolu’ya yollayıp kanunsuz vergi, haraç toplattığı da kaydedilir. Bu hareketleri dolayısıyla, I. Ahmed’in çok sevdiği ve itibar ettiği Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Efendi, Dârüssaâde Ağası Mustafa Ağa ve İmâm-ı Sultânî Sâfî Mustafa Efendi’nin düşmanlıklarını kazandığı anlaşılmaktadır. Sonunda Sinop hadisesi, Şah Abbas’la gizlice ittifak kurduğu şâyiası ve ona sekiz bâkire “Ehl-i sünnet” câriyeyi peşkeş çektiği haberinin yayılması, hatta saltanat kurmak veya Kırım hanını tahta geçirmek istediği iddialarıyla katline karar verildi. 17 Ekim 1614’te davet edildiği halde hastalığını bahane ederek cuma selâmlığına gelmemesi üzerine yeniçerilerle konağı kuşatıldı. Bostancıbaşı Hüseyin Ağa bir bölük bostancı ile konağa girip hakkındaki idam fermanını infaz etti. Hazinesi mühürlenerek devlet için zaptedildi. Mezarının Kanûnî Sultan Süleyman’ın vezîriâzamı Maktul (Makbul) İbrâhim Paşa’nın Okmeydanı’ndaki mezarı yanında olduğu ve bunun da her ikisinin aynı âkıbeti paylaşmasından ileri geldiği rivayet edilir.

Peçuylu İbrâhim, Nasuh Paşa’nın günahsız yere katledildiğini yazar. Onun dışında devrin hemen bütün kronikleri Nasuh Paşa’nın son derece mağrur, zalim, gaddar, kindar ve servet düşkünü olduğu ve katledilmeyi hak ettiği hususunda müttefiktir. Çok büyük servet sahibi olmasına rağmen evkaf ve hayratına dair kaynaklarda herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Nallıhan’da Nasuh Paşa Külliyesi (1607) mevcut olduğu bilinmektedir. Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde, Üsküdar’da bir hanı olduğun ve İskenderun’da bir kale inşasına başladığını, ancak bunun da yarım kaldığını nakleder. “Âlemin güldü yüzü katl-i Nasûh’u bilicek” ve, “Başını kesti Nasûh’un o şeh-i dâd-âyîn” idamı için düşürülen tarihlerdir.

Nasuh Paşa’nın oğulları da bazı devlet hizmetlerinde bulunmuş, IV. Murad ve Sultan İbrâhim devirlerinde yaşayan Nasuhpaşazâde Hüseyin Paşa vezâret rütbesine kadar ulaşmıştır. 1639-1670 yılları arası olaylarını ihtiva eden bir Osmanlı tarihi kaleme alan Mehmed Çelebi bu Hüseyin Paşa’nın oğludur. Kâtib Çelebi üç oğlundan ikisinin mağdur ve maktul, diğerinin ise münzevi olduğunu kaydeder.

Kaynak: İslâm Ansiklopedisi