Yedi Sekiz Hasan Paşa

Yedi Sekiz Hasan Paşa,

Yedi Sekiz Hasan Paşa

BEŞİKTAŞ MUHAFIZI

Hasan Paşa’nın Gençliği (Bu fotoğraf 1945 yılında yayınlanan Çorumlu Dergisi’nin 52. sayısından alınmıştır.)

 Hasan Paşa, Çorum’un Gülabibey Mahallesinde Kayış Köprü Sokaktaki mütevazı bir evde dünyaya geldi. Bu ev Han Camiinin kıble tarafmdaydı.

Babası kılıççı ustası Moraloğlu Hacı Mustafa’dır. Annesi Keziban Hamm’dır. Lakapları, Moraloğulları’dır. Zanaatlarından dolayı Kılıççıoglu diye de anılırlar. Babası, orta halli bir ailedendir.

Hasan Paşa’nın doğum tarihi, Çorum Nüfus kütüğündeki kayda göre  (183l)’dir. Bu kütükte esas adı “Hacı Hasan” olarak geçmektedir.

Denizli İl Yıllığında ve Denizli Valiliğinin web sayfasında yer alan Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın Denizli’nin Tavas ilçesinden olduğuna dair iddianın bilimsel ve tutarlı hiçbir dayanağı yoktur.

Hasan Paşa’nın, çocukluğunda evinin yanındaki caminin bahçesinde yer alan Ömer Nehci Medresesi’ne giderek Kur’an-ı Kerim okumayı ve ilmihal bilgilerini öğrenmiş olması muhtemeldir. Bu medresede veya mahalle mektebinde bu tür eğitim alsa gerektir.

Zira mahalle mekteplerinde çocuklar 4-5 yaşlarında Aminalayı (tören) ile okula başlarlardı. Okula kayıt-kabul gibi herhangi bir işlem söz konusu değildi. Müslüman olan herkesin çocuğu bu mekteplere giderdi. Öğretmenleri de genellikle medrese çıkışlı idi.

II.Mahmud döneminde başlayan ıslahat çalışmaları, Tanzimat döneminde de sürdü. Eğitim konusundaki ıslahat hareketleri ile mahalle mekteplerinde ve sıbyan mekteplerinde eğitim yaşı belirlendi ve devam mecburiyeti de getirildi.

Bu dönemde Hasan Paşa’nın resmi bir kaydı olmadığı için tahsil durumu hakkında net bir bilgi bulunmamaktadır. Elimizde diploma veya icazetname gibi somut bir belge de yoktur. Ancak mahalle mektebinde dinî bilgilerin yanı sıra okuma-yazma öğrenmiş olmaması, o dönemin geleneğine uymamaktadır.

Küçük Hasan, delikanlılık çağına kadar babasının yanında çalışmış, ham demiri çelikleştirip kesin, parlak kılıç yapmayı öğrenmişti. Demir işinde çalışması, pazu gücüyle iş yapması nedeniyle güçlü bir yapıya sahipti. Yaşıtlarına göre gösterişli bir vücudu vardı.

Hacı Hasan, dükkânda sanat öğrenirken esnaf ahlak ve disipliniyle de yetişmiş oluyordu. Babasına, sadece dükkân işlerinde değil, bağ işlerinde de yardım ediyordu. Genç yaşlarında Eskiekin Köyündeki bağın ağır işleri ona yüklenmişti.

Avcılık, Hasan Paşa’nm en büyük hobisiydi. Boş zamanlarında arkadaşlarıyla birlikte ava çıkarlardı. Daha çocuk denilecek yaşlarda şehrin ünlü avcılarından Ayazbey, Demir Ağa ve Hulusi Bey ile yarışır hale gelmişti.

Hacı Hasan’ın, kendinden onbir yaş küçük olan Osman ve ondokuz yaş küçük olan Ömer adında iki kardeşi daha vardı. Bu kardeşleri Çorum’da kalmışlardı.

ASKERLİK ÇAĞI

Hacı Hasan’ın gençlik dönemi iş, av ve dükkânda geçmekte idi. Her genç gibi onun da askerlik çağı gelmişti. Askerlik zamanı geldiğinde İstanbul’a sevkedildi. O günün şartlarında Çorum’dan İstanbul’a gitmek, pek kolay değildi. Günlerce süren meşakkatli bir yolculuktan sonra birliğine ulaştı. Gösterişli bir yapısı olduğu için muhafız alayında askerliğe başladı.

Hasan Paşa’nm askere gittiği yıllarda askerliğin belli bir süresi varsa da bu süre kesin değildi. Ordu, her an savaşa çıkabilirdi. Savaşa giden askerin dönüşü de savaşın süresine bağlı idi.

İstanbul, Osmanlı Devletinin başkenti idi. Dünyada bir şey olsa, ilk anda İstanbul’da hissedilirdi. Bir savaş kararı alınsa ilk anda İstanbul’dan asker sevkedilirdi. İşte böyle bir dönemde Hacı Hasan, askerlik görevine başladı

Hasan Çavuş’un Seraskerlik karargâhında görevlendirilmesi, onun hayatında yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Hizmetlerinin madalya ve terfilerle değerlendirilmesi, tezkere bırakarak orduda kalmasında çok etkili oldu.

Gözleve ve Anapa görevlerinden  sonra Hasan Çavuş, gayreti ve başarısı ile terfi edebilecek, paşa bile olabilecekti. O dönemdeki terfi sistemi buna izin veriyordu.

O dönemde Harbiye’den mezun olmadan böyle yükselen subaylara “Alaylı”, Harbiyelilere de “Mektepli” deniyordu. Mektepli subayların nazariyatta kuvvetli, pratikte zayıf olmalarına karşılık alaylılar, pratikte kuvvetli, nazariyatta zayıftılar. Bu yüzden aralarında bazı anlaşmazlıklar olduğu tarihen sabittir.

Hasan Çavuş, artık askeriyede kalmakta kararlıdır. Tüm gayretini, görevinde başarılı olmaya harcayacaktır.

Kırım Savaşı sonrası Çorum’a geldiği ve babasının yanında işe devam ettiği şeklinde bir bilgi varsa da gelişmelere bakılırsa bu, doğru değildir.

Hasan Çavuş, tezkere bırakıp askeriyede kalmaya karar verince çevresindekiler onu evlendirmeye çalıştılar. Hasan Çavuş da kendine uygun eş aramaya başladı. Ancak Serasker Rıza Paşa’nın tavsiyesiyle kendinden çok yaşlı bir kızla evlendirildi.

Hasan Çavuş, işini ve eşini bulmuştur. Bundan sonra askeriyede kalıp verilen görevi yapacaktır. Ama bir arzusu daha vardır, hacca gitmek…

Hasan Çavuş’un nüfusta kayıtlı resmi adı, Hacı Hasan’dır. Doğuştan gelen Hacı Hasan ismini gerçekleştirmek istemektedir. Bunda çocukluk döneminde aldığı dinî terbiyenin de etkisi vardır.

Sağlam inancı ve düzgün yaşayışı ile dini bütün bir Müslüman olarak bilinen Çorumlu Hasan Çavuş, kendisine haccın farz olduğu kanaatindeydi. Bunun için resmî izin alması gerekiyordu. İzin dilekçesini komutanına verdi. Komutanı Rıza Paşa izin vermekle kalmadı, kendi hareminden hacca gidenlere refakat görevini de ona verdi. Hasan Çavuş, bu vesile ile eşini de hacca götürme imkânı bulabildi.

Bu konuda başka bir kaynakta Hasan Çavuş’un, niyetini doğrudan padişaha arz ettiği, padişahın da “Sürre Emini” göreviyle Hicaz’a gönderdiği anlatılmaktadır.

Bu bilgilerden yola çıkarak Hasan Çavuş’un hac ibareti için İstanbul’dan hareket ettiğinde koruma veya sürre eminliği görevi üstlendiği ve eşini de birlikte götürdüğü sonucunu çıkartabiliriz.

Sürre alayı ve saray erkânından önemli isimlerin de katıldığı Hac kafilesi, Harem’den büyük törenlerle ve tüm İstanbul halkının dualarıyla uğurlanırdı. İşte böyle bir törenle yola çıkan kafile, Port-Said limanına ulaştı. Henüz Süveyş Kanalı proje aşamasında olup açılmadığı için oradan Kızıldeniz’e karayoluyla varacak ve Cidde limanından Arabistan’a giriş yapacaktır.

O sene hacca giden kafile de öyle yaptı. Önce Cidde’ye, oradan da Mekke’ye gidildi, hac görevi yerine getirildi. Sürre alayı da götürdüğü yardımları Hicaz halkına dağıttı. Kabe, gül suyu ile yıkandı ve örtüsü yenilendi.

Mekke’den Medine’ye gidilip Hz. Muhammed (sav)’in Ravza-i Mutahhara’sı ziyaret edildi. Peygamber Mescidi’nde namazlar kılındı, dualar yapıldı.

Artık dönüş zamanı gelmişti. İstanbul’dan gelen kafile zorlu bir yolculuktan  sonra Cidde’ye ulaştı. Limanda onları bekleyen Osmanlı gemilerine binip Kızıldeniz’e yelken açtılar. Herkes mutlu ve huzurlu idi.

Ancak beklenmedik bir olay ortaya çıktı. İçinde Hasan Çavuş’un da bulunduğu gemi birdenbire durdu. Önce teknik arızadan şüphelenildi. Ama ortalık aydınlanınca geminin karaya oturduğu anlaşıldı. Geminin kaburgası yara almıştı. Oraya saplanan maddeyi çıkarıp, deliği kapatmak gerekiyordu. Bunu da ancak güçlü kuvvetli biri yapabilirdi.

Bu durumda Hasan Çavuş’a görev düşmekte idi. O da bunun idrakinde idi. Hasan Çavuş, saplanan maddeyi çıkartıp orayı kapatarak geminin su almasını önledi. Bu durum kaptan dâhil, tüm hacıların takdirine vesile oldu. Böylece Hasan Çavuş, onların minnet ve şükranlarını kazandı.

Hacılar, başlarından geçenleri akraba ve dostlarına anlatmaya başladılar. Bununla da yetinmeyip Sultan Abdülmecid Han’a dilekçe ile başvurarak Hasan Çavuş’un ödüllendirilmesini istediler.

Sultan Abdülmecid, Hacı Hasan Çavuş’u huzuruna davet ederek takdirlerini belirtti, Mülazim-i sani (Teğmen) rütbesi ile taltif etti ve Serasker yaverliği görevine getirdi.

Bu hac yolculuğu ile Hasan Çavuş ve eşi, hacı oldular. Bundan böyle kendisi Hacı Hasan, eşi de Hacı Hanım diye anılmaya başladılar. Mehmet Paşa, Zaptiye taburlarına cesur ve güçlü komutanlar arıyor ve buraları eşkıyadan temizlemek istiyordu. Serasker Rıza Paşa, Çorumlu Teğmen Hasan Ağa’yı önerdi. Hasan Ağa, derhal huzura çağırıldı.

Askeri disiplin gereği görevi kabul etmek zorunda idi. Öneren Rıza Paşa olunca Hasan Ağa, seve seve görevi kabul etti.

Hasan Ağa, yüzbaşı rütbesiyle Balıkesir Zaptiye Taburuna gönderildi.

O yıllarda Ayvalıklı Rumların çıkarttıkları ayaklanmaların yanı sıra yerleşik hayata geçmeyi kabul etmeyen göçebe aşiretlerin direnişi ile Balıkesir çevresinde huzursuzluk yaygınlaşmıştı.

Hasan Ağa, kısa sürede buradaki huzursuzlukları ortadan kaldırdı, asayiş ve güvenliği sağladı. Bu başarısı ile Tabur Ağalığı (Binbaşılık)na terfi ettirildi.

Binbaşı Hasan Ağa, bu terfınin hakkını vererek Balikesir’den Bursa’ya kadar olan bölgenin güvenliğini sürdürmek için halkı sindirip haraca bağlayan eşkıyanın peşine düştü.

Bu sırada Bursa’da mutasarrıf olarak Boşnak Mehmet Paşa görev yapıyordu. Bir olayı bahane ederek Bursa halkı ayaklanmıştı. Bu ayaklanma, İstanbul’dan gelen iki taburluk askeri birlikle bastırılmıştı. Ama kendini devlet yerine koyan eşkıya, kırsal kesimde terör estiriyordu.

Bu nedenle Binbaşı Hasan Ağa, Bursa Jandarma komutanlığına getirildi.

Hasan Ağa, yeni görev yeri olan Bursa’ya geldiği gün bir ihbar aldı:

Sahte buyrultu (ferman) düzen Yusuf Kâmil Paşa adında bir adam türemişti. Gerçek adı, Çamaşır Ağası Raşid idi. Silahşörlükten kovulan İsmail; eski çavuşlardan Ömer, Bekir, Osman ve yerli halktan Canbolat ve Mirza Bey gibi bazı kişileri toplayarak eşkıyalığa soyunmuştu. Bunlar, halka işkence ediyor, soygunculuk yapıyorlardı. Hasan Ağa, taburunun başına geçti ve bunları izlemeye başladı. Birkaç defa sıcak temas sağladı ise de yakalayamadı. Sonunda Bursa yakınlarındaki bağlık bölgede olduklarını tespit etti. Askerlerle çevresini iyice sardı. Kaçacak yerleri kalmayınca direnişe geçen çeteye karşı hücum emrini verdi. Çarpışma esnasında bazıları öldürüldü, bazıları da yaralandı.

Bursa ve Balıkesir Görevi

Teğmen Hacı Hasan Ağa, çevresinde seviliyordu. Zor işler olunca hep o akla geliyordu.

Hacı Hasan Ağa, bu görevinde iki sene kaldı. Kırım dönüşünde Çorum’a gittiği iddiası gibi Hac dönüşü için de bir iddia var ise de o, görevine hiç ara vermedi.

Seraskerlikteki görevine devam ederken Zaptiye Nezaretine Mehmet Paşa gelmişti. Bu sırada İstanbul çevresinde güvenlik sorunu baş göstermişti. İstanbul, özellikle Bursa ve Balıkesir çevresinde, canından emin olarak dolaşmak, imkânsız hale gelmişti. olarak ele geçirilenler, asker gözetiminde İstanbul’a gönderildi.

Bursa’daki en önemli eşkıya çetesi ortadan kaldırılmıştı. Ama bölgede başka eşkıyalar da vardı. Acem Ali, Taşkafa İbrahim, Gök Osman ve arkadaşı Ali bunlardandı. Onlar da tek tek ortadan kaldırıldı.

Ancak Yusuf Kamil’in yandaşlarından biri yaralı olarak kaçmayı başarmıştı.

Kan izlerini takip eden Hasan Ağa, yalçın kayalar arasında bir mağara buldu.

Mağaranın içine girerek araştırmaya başladı.

Mağarada eşkıya arıyordu ama kuytu bir yerde taşlar arasında bir kızla karşılaştı. Kızı görünce eşkıyaların da buralarda olduğunu düşündü. Fakat bir ara eşkıya takibini bırakıp onunla ilgilendi. Kızcağızın yıllardır eşkıya elinde esir olduğunu öğrendi. Kızın yerini, yurdunu sordu. Araya araya anne ve babasını bulup kızlarını kendilerine teslim etti.

Kavuşmanın sevinciyle birbirine sarıldılar. Minnet ve şükran duygularıyla Hasan Ağa’ya dua ettiler.

Hasan Ağa’nın Balıkesir ve Bursa’daki başarıları ve özellikle kız kurtarma olayı, İstanbul’da yankılandı. Haber, Sultan Abdülaziz’in kulağına kadar ulaştı.

Sultan Abdülaziz, Hasan Ağa’yı İstanbul’a çağırdı, huzuruna kabul etti. Beşinci rütbeden liyakat nişanı ile ödüllendirdi.

Beşiktaş Muhafızlığı

Sultan Abdülmecid’den sonra kardeşi Abdülaziz tahta geçmişti. Her padişah gibi o da etrafına güvendiği adamları toplamaya, onları önemli görevlere yerleştirmeye çalışıyordu.

Sultan Abdülaziz, emirlere harfiyen uyan, devlete bağlılığını defalarca kanıtlayan bu vatanperver insanı İstanbul’da tutmak, en çok ihtiyaç duyduğu bir yerde istihdam etmek istiyordu Beşiktaş, padişahın oturduğu bölge idi. Yıldız sarayı, Dolmabahçe, Çırağan ve Fer’iyye sarayları burada idi. Osmanlı hanedanı ve saray erkânının çoğu da bu bölgede yaşıyordu. Onun için burası çok önemli idi ve bu bölgenin güvenliğinden de Beşiktaş Karakol Komutanlığı sorumlu idi.

Sultan Abdülaziz, Hacı Hasan’ı bu göreve getirmek istiyordu. Hacı Hasan’in da padişaha karşı büyük bir muhabbeti vardı.

Vak’anüvîs Ahmet Lütfı Efendi’nin dediği gibi Zaptiye Karakol komutanlığı, askerlikten farklı bir meslekti. Dilleri ve dinleri farklı toplulukları idare etmek, kolay bir iş değildi. Bu nedenle Hacı Hasan Paşa gibileri bu görevde tutmak gerekli idi. Ancak onlar sayesinde erbab-ı cerayim, icra-yı habasete kolaylıkla cüretyâb olamazlar. Yani suç işlemek isteyenler, kötülük yapmaya kolaylıkla cesaret edemezler.

İşte bu nedenlerle Abdülaziz, Hacı Hasan’ı Beşiktaş Karakol komutanlığına tayin etti. bu tayin, onun için bir taltif ve terfi idi. O da bu düşünceyle görevine daha büyük bir şevkle sarıldı. Burada padişaha bağlılığını ispat etmek için olanca gücüyle çalıştı.

Sultan Abdülaziz’in boğaz kıyısındaki gezintilerinde onu koruma görevini de üstlenen Hacı Hasan, bu konuda oldukça titiz davranıyordu.

Abdülhamid’in kâtiplerinden Ali Saîd Bey’in yazdığına göre; önce Dolmabahçe Sarayı saltanat kapısı önünde Sultan Abdülaziz’i selamlar, sonra padişahın gideceği yere kadar, atıyla başka yollardan dolaşarak beş altı yerde Hünkâr’in önüne çıkar, yine selama durur ve padişahın yolunu münasebetsiz adamlardan temizlerdi.

Sultan Abdülaziz, onun bu gayretinden memnundu. Onun görev aşkı ve kendisine bağlılığını görüyor, selamlıklarda ve gidiş alaylarında bu sadık korumasını hayranlık ve muhabbetle izliyordu. Sultan, birlikte çalıştığı insanlara karşı çok cömertti. Binbaşı Hacı Hasan’ı bu sadakati ve gayretinden dolayı Alaybeyi (Albay) rütbesiyle taltif etti ve bundan sonra Hasan Ağa’nm unvanı, Hasan Bey oldu.

“Ben Veliaht Tanımam”

Hasan Bey, padişaha içtenlikle bağlı idi. Onun emir ve talimatlarını harfiyen uygulardı. Bu konuda aşırı gittiği de olurdu.

Bir gün Abdülaziz, Balmumcu çiftliğine gidecekti. Yolda tertibat alınmış, ilave muhafızlar yerleştirmişti. O zaman Abdülhamid, Hacı Osman bayırında Kurttepe Köşkünde oturuyordu. Tesadüfen o gün Şehzade Abdülhamid de atla çiftliğe gidecekti. Yoldaki muhafızlardan biri önüne çıktı.

— Yasak… diyerek gitmesine engel oldu. Bu muhafız, meşhur Hasan Bey idi. Abdülhamid:

— Sen beni tanımadın mı? Ben, ikinci veliahtım… diyerek onu azarlamak istedi. Fakat aldığı cevap ilginçti.

— Ben, veliaht meliaht tanımam. Ben, padişahın adamıyım. Sadece onu tanırım…

Şehzade Abdülhamid, bir türlü kendini tanılamamış, geçiş imkânı bulamamıştı.

Abdülhamid, ilk anda bu duruma kızmıştı ama bu komutanın padişaha bağlılığına da hayran kalmıştı. Onu, hafızasının bir köşesine kaydetmişti.

Beşiktaş’tan Fatih’e

Sultan V. Murad’ın tahta geçmesini sağlayan cunta, dizginleri eline almakta kararlı idi. Hasan Paşa’nın Beşiktaş’ta kalması, yeni yönetim için tehlike arz ediyordu. Aslında Hasan Paşa’nın V. Murad’a karşı bir düşmanlığı yoktu. Onu, şehzadeliğinden, veliahtlığından beri tanır ve severdi. Ama Sultan Abdülaziz’i tahttan indirenleri istemezdi.

Onlar da Hasan Paşa’nın bu görevde kalmasını kendileri için tehlikeli buluyorlardı. Bu nedenle Hasan Paşa’yı Beşiktaş Karakol komutanlığından Fatih Karakoluna tayin ettiler.

Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilişi ve esrarengiz ölümü, onu derinden yaralamıştı. O kadar sevdiği efendisinin böyle bir akıbetle karşılaşmasına üzülüyor, gözyaşı döküyor ve bu olaylara sebep olanlara lanet ediyordu.

Tuna Boylarında

İstanbul’daki bu saray darbesi, Balkanlarda ve özellikle Tuna boylarında kıpırdanmalara yol açtı. Bosna Hersek’te isyan başladı. Olayı Sırplar ve Karadağlılar tezgâhlıyordu. Bu bölgeye Serasker ve Serdar-ı Ekrem Abdülkerim Nadir Paşa komutasında büyük bir ordu gönderildi.7 Hasan Paşa, bu karışık ortamda İstanbul’da durmak yerine cepheye gitmeyi tercih etti.

Bu sırada Filibe’de yaşayan Müslümanlar, Bulgarlarla boğaz boğaza gelmişlerdi. Kuşatma altındaki Müslüman köylüler de can veren günahsızların kanlarına karşılık şiddet yoluna sapmışlardı.

Mahmud Celaleddin Paşa, bu olayda Hasan Paşa’nın da görev aldığını şu cümlelerle anlatıyor:

“Bulgarların itaate davet vesilesiyle sarılıp zorlanmalarında aşırılığa kaçılması gibi kanlı hareketler olmuştu. Hatta resmî yazılarla açıklandığı üzere mirliva Hasan Paşa, yanındaki askerlerle Sofya yönünden hareket etmek suretiyle Kapucak derbendinde isyancıların yuvalandıkları yerleri ele geçirip ikiyüzden fazla eşkıya öldürerek İhtiman yakınlarındaki Kafona köyünün Poniçe mahallesine kadar kovalamış ve bu mahalleyi topa tutarak yerle bir eylemiştir.”

İsyancıların merkezi durumunda olan Otluk köye saldırmak için Türk gönüllüler, asker gönderilmesini beklediler. Hafız Paşa kumandasındaki askerler köye girdiler. Otluk köyün zaptedilmesi üzerine Meric’in sol kıyısındaki ayaklanma büyük ölçüde bastırılmış demekti. İki direnme merkezi kalmıştı. Bunlardan biri Elçik köyü, öteki Avratalan köyü idi. Bulgarlar Elçik köyünü müstahkem hale getirmişlerdi. Gönüllü Türk birlikleri, buraya da kendi başlarına saldırmadılar ve asker beklediler. Nihayet Hasan Paşa kumandasındaNiş’ten bir miktar asker yetiştirildi. Halk kuvvetlerinin de katılımıyla 13 Mayıs 1876’da saldırıya geçildi. İsyancılar, çok güvendikleri o müstahkem mevkide ancak bir gün dayanabildiler ve köy ele geçirildi. Avratalan köyüne sıra gelmişti ki Bulgarlar birbirine düştü.

Hasan Paşa daha sonra Ali Saib Paşa’nın ordu birliklerinden Birinci Liva’ya komuta ederek (Zibofçe)’de önemli bir zafer kazandı. Bu hizmetine karşılık üçüncü rütbeden Osmanlı nişanı ile ödüllendirildi.

Bu zaferden hemen sonra Serasker Abdülkerim Nadir Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu ile Sırp ordusu 17-24 Ağustos 1876 tarihlerinde Aleksinac’da karşı karşıya geldi. Burada kazanılan meydan savaşlarından sonra kaleye girilebildi.12 Kaleye giren Osmanlı ordusunun ön saflarında Hasan Paşa yer alıyordu

 Abdülhamid’in Aradığı Adam

Sultan II. Abdülhamid, önce saray çevresini düzene sokmak istiyordu. Saraydaki birçok insana güvenemiyordu. Kimin, ne zaman, ne yapacağını kestirmek zordu.

İşte bu nedenlerden dolayı padişah, çevresine güvendiği adamları yerleştirmek istiyordu. Padişahına bağlı, vatansever, dürüst ve cesur insanlar

arıyordu. Birden aklına bir isim geldi. Sultan Abdülaziz’in zamanında kendisine yol vermeyen, “Ben veliahtım” sözüne de “Ben, veliaht meliaht dinlemem. Ben, padişahın adamıyım. Sadece onu tanırım” diyerek cevap veren, padişahına bu denli sadakatle bağlı olan zabiti hatırladı. Askeri erkân arasında hep onu aradı.

Sonunda onu, İstanbul’daki Divan-ı Harp’te yargılananlar arasında gördü. Bu hale düşmesine üzüldü. Yargıya müdahale etmeyi düşünmedi, sonucu beklemeye karar verdi. Mahkemede berat edince en çok Sultan II. Abdülhamid Han sevindi.

II.Abdülhamid, amcası Sultan Abdülaziz Han zamanında Beşiktaş muhafızı olan, padişah tahttan indirilirken ilk iş olarak makamından alınıp tesirsiz hale getirilen Hasan Paşa’yı huzuruna çağırdı. Ona:

—Bilirim Paşa, amcama sadakat ve samimiyetli gönülden hizmet ettin. Aynı hizmeti, aynı şekilde ve gönülden benim için de ifa etmeni bekliyorum, dedi.

Hasan Paşa, hem akıllı, hem mert, hem de saygılı bir adamdı.

—Hünkârım, dedi, bendenizin bir tek gönlü vardı, onu da amcanız cennetmekâna verdim. Bu gönlün tek sultanı Abdülaziz Han’dır. Ancak zat-ı şahaneleri ayn-ı devletsizin, devletin ta kendisi. Bu itibarla gönlümüz amcanızın da olsa Türklerin padişahı ve Müslümanların Halifesi olan zat-ı şahanelerine hizmet, boynumuzun borcudur. Bizden size zarar gelmesi mümkün ve muhtemel değildir. Tasavvur bile edilemez.

Hasan Paşa Yeniden Beşiktaş Muhafızı

Sultan II. Abdülhamid, uzun uğraşlardan sonra Hasan Paşa’yı ikna etmeyi başardı. Onun için en uygun yer olarak Beşiktaş bölgesini düşünüyordu.

Zira Beşiktaş, Padişahın oturduğu Yıldız Sarayı ile Dolmabahçe, Çırağan ve Fer’iyye Saraylarını da içine alan hareketli bir yerdi. Beşiktaş Zaptiye Karakolu kumandanlığı da her babayiğidin harcı değildi. Bu göreve gelecek olanın, her şeyden önce padişaha yürekten bağlı olması gerekirdi. İşte Hasan Paşa da bağlılığı, cesareti ve cüssesi ile bu makam için biçilmiş kaftandı. Onun için II. Abdülhamid Han, onu tekrar Beşiktaş Muhafızlığı görevine iade etti. Ona gerekli iltifat ve taltifte bulunmayı da ihmal etmedi. Rütbesini bir derece daha artırdı. Ferik (korgeneral) rütbesiyle Beşiktaş Muhafızlığı görevine başlattı.

Padişah, bu görevine ek olarak, sarayları rahat denetleyebilmesi için, ona fahrî yaver unvanını da vererek saray protokolüne dâhil etti.

Bu göreve getirildiğinde Hasan Paşa, henüz rahatsızdı. Vazifesini tam anlamıyla yerine getirebilecek durumda değildi. Ara sıra çıkıp karakolları dolaşıyor, çoğunlukla da Çırağan sarayı civarında dostlarıyla eski günleri yadediyordu.

Hasan Paşa’nın Beşiktaş Karakolu Muhafızlığı görevine geldiğinde Şişli Mehmet Paşa’nın, Üsküdar Ali Şamil Paşa’nın, Galata havalisi Çerkeş Mehmet Paşa’nın sorumluluk alanı idi. Fehim Paşa ise bir üst konumda yer alıyordu.

ÇIRAĞAN SARAYI VE ÖNEMİ

Çırağan Sarayı, İstanbul’da Beşiktaş’la Ortaköy arasında boğaz kıyısındadır.

Adını “Çırağan” (donanma) eğlencelerinden almıştır.

Çırağan Sarayı’nın tarihçesi III. Ahmed ve Damat İbrahim Paşa dönemine kadar uzanırsa da bilinen şekliyle Sultan Abdülaziz döneminde inşa edilmiştir. Kısa bir süre Abdülaziz burada durmuşsa da Sultan II. Abdülhamid, padişah olunca burayı, tahttan indirilen ağabeyi V. Murad’a tahsis etmiştir. Bu durum, onun ölümüne kadar sürmüştür.

Çırağan Sarayı, aslında çeşitli birimlerden oluşan kompleks bir mimari yapıdır. Son zamanlarda restore edilen ana bina ile Hünkâr Dairesi adı verilen harem dairesi ve Ağalar Dairesi olmak üzere üç ana bölümü bulunmaktadır. Bunun birçok ek bölümleri de vardır.

Sultan Abdülaziz’i tahttan indirenler, akıllı diye V. Murad’ı tahta çıkarmışlardı. Hâlbuki bu adam, daha tahta çıktığının ertesi günü cinnet alametleri göstermeye başladı ve bu durum, her geçen gün daha da artıyordu. Hele bir ay geçtikten sonra saklanamaz hale geldi.

Bu nedenlerden tahttan indirilen Sultan V. Murad, Hasan Paşa’nın Beşiktaş Muhafızlığı görevine başladığı günlerde Çırağan sarayında kalıyordu.

Sultan Murat, Çırağan Sarayına kapatıldığı zaman, yalnız değildi. Validesi, dört kadını, oğlu, sultanları, ikballeri, gözdeleri, Hünkâr cariyeleri, kalfaları ve küçük kalfalarından oluşan seksen kişi kendisiyle birlikte aynı sarayda yaşıyorlardı.

Sultan Murad’ın Çırağan sarayında dışarıdan bir kimseyle görüşüp konuşmasına izin verilmiyordu. Ama o, hastalığı sebebiyle uzaklaştırıldığı saltanatı tekrar elde etmek için el altından dışarıyla haberleşiyordu. Annesi Şevkafza Sultan, bu işleri iyi yürütüyordu. Bazı muhafızlar aracılığıyla mektuplaşmak mümkün oluyor, sarayın suyolundan da saraya girip çıkanlar ve bu amaçla çalışanlar bulunuyordu. Çırağan Sarayı’nın daimi konuğu V. Murad’ı tekrar tahta geçirmek için saray erkânından Süleyman Efendi, Rıza Bey, Ramiz Paşa, Dağıstanlı Muhittin Efendi ve Gürcü Şerif Efendi’den oluşan bir komite faaliyete geçti ise de bu örgüt kısa sürede çökertilerek suçlular sürgün edildi.

Bunun ardından yeni girişimler geleceği belli idi ve öyle de oldu. Bu ve benzeri durumlar, Sultan Abdülhamid’de suikast korku ve endişesinin kökleşmesine neden oldu.

Padişahı korumak, ona karşı ihtilal veya suikast niyeti taşıyanları tespit ve engellemek gerekiyordu. Bu, saray muhafızlarının en önemli görevi idi. Bu çerçevede Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa’nın görev ve sorumluluğu da artmıştı. O da bunun bilincindeydi.

Saray içinde başlatılan girişim, dışa taştı. II. Abdülhamid’in cülusundan yaklaşık iki buçuk ay sonra 1876 yılı Aralık ayında yeni bir örgüt ortaya çıktı. Bunlar, Sultan Murad’ı Çırağan’dan alarak Avrupa’ya kaçırma girişiminde bulunacaklardı. Önce sabık hükümdar ile oğlu Selahattin’i saraydan çıkarıp Avrupa’ya götüreceklerdi. Sonra da orada gerçek hükümdarın Sultan V. Murat olduğunu ilan ederek II. Abdülhamid’in saltanatı gasbettiğini iddia edeceklerdi. Bunlar, dört kişilik bir tim halinde kadın kıyafetiyle saraya girmek istediler. Ama kıskıvrak yakalandılar. Böylece örgüt çökertilmiş ve deşifre edilmiş oldu. Örgüt, aslen Atinalı fakat Çarlık Rusya vatandaşı Aleksandır Girlandi, Lehistanlı Radoveski, İngiliz elçilik tercümanı Stavridis ve kardeşi İskarlatos’tan oluşuyordu.

Bu dört kişiyi kadın kıyafetiyle oraya sokan ve bunu geri planda organize eden kişinin Damat Mahmut Paşa olduğu çok sonra anlaşılacaktı. 

Ali Süavi’nin Harekete Geçişi

ali suavi

Ali Süavi, kafaya koymuş, cemiyetini kurmuş, hazırlıklarını tamamlamıştı. Son bir tedbir gerekliydi. Harekete geçmeden önce Üsküdarlı Nuri Bey aracılığı ile Sultan Murat’la mektuplaşmış ve gerekli mutabakatı sağlamıştı. Buna Sultan V. Murad’ın biraderi Şehzade Kemalettin Efendi ve bazı yakınları da destekçi idiler.

Ali Süavi, kurduğu cemiyette bir araya gelen göçmenleri organize etti. Göçmenler, Ali Süavi’nin gerçek niyetlerinden habersizdiler. Onlara sadece, padişahın ihsan ve atiyyesini almak üzere Çırağan Sarayı önünde toplanmalarını söyleyecekti.

18 Mayıs 1878’de kaleme aldığı yazıyı Basiret gazetesine göndererek taraftarlarına parola veriyordu. 19 Mayıs 1879’da yayınlanan yazı35 şöyle idi:

“Herkes ve hep evrak-ı havadis hal-i hazırın tehlikesinden bahsetmektedir. Hakk-ı acizanemde mevcut olan emniyet-i âmmeye mebnî söyleyeceğim şeyi herkesin dinleyeceğine şüphem yoktur.”

“Müşkilat-ı hazıra pek büyüktür. Lakin çaresi pek kolaydır.

“Yarınki nüshamızda cümlenin müsaadesiyle bu çareyi kısacık şerh ve beyan edeceğim.”

“Bugün şu mektubum, yarınki neşre enzar-ı umumiyyeyi celb içindir, efendim.

Ali Süavi

Ali Süavi’nin Basiret gazetesinde yayınlanan bu mektubu, parola niteliğindeydi. Belli ki hareket başlamıştı. Bu mektupla cemiyete devam eden göçmenler ve taraftarları harekâttan haberdar edilmiş oluyorlardı.

Çırağan Sarayı’nın Hedef Seçilmesi

Hazırlıklar tamamlanmıştı. Çırağan’a doğru hareket başlamıştı. Beş yüz civarında Balkan göçmeni ile birlikte Kuzguncuk’ta mavnalara binmişlerdi.

Hedef belli idi; Sultan Murad’ı Çırağan Sarayından çıkarıp padişah ilan etmek. Plan, bu hedef doğrultusunda yapılmıştı.

20 Mayıs 1878 Pazartesi günü.

Ali Süavi, ekibiyle birlikte deniz tarafından Çırağan sarayı önünde rıhtıma çıktılar. Derhal silahlarını alarak muhafızları etkisiz hale getirdiler. Bir kısmı da nöbetçileri yaralayıp saraya girmeye başarmışlardı. Hatta harem dairesine kadar ulaşanlar da vardı.

Harem dairesine girenlerin başında Ali Süavi bulunuyordu. Bir grup göçmenle birlikte büyük merdivenin başına gelmiş ve sonra birkaç kişi ile merdivenden yukarı çıkmıştı.

Saraydaki kadınlar, korku ve panik içinde idiler. Ali Süavi, korkmayın, fenalık için gelmedik, diyerek onları sakinleştiriyordu. Ama gözleri Sultan Murad’ı arıyordu.

Sarayda olacakları bilenleride vardı.   Onlar, ona göre  giyinmiş, hazırlanmışlardı.Sultan Murad’ın adamlarından Eczacı Osman Efendi, Kilercibaşı Ali Efendi, Lala Ali Efendi ve Aşçıbaşı Hüseyin Ağa gelenlere yol göstermişler ve ihtilâlciler kolaylıkla Sultan Murad’m dairesine ulaşabilmişlerdi.

Harem dairesinin dışında “Sultan Murat, çok yaşa!” nidaları yankılanıyordu.

Ve içeriye Ali Süavi gelerek Sultan V.murad’a ya istiyerek gelirsiniz yada sizi zorla padişah yaparız diyerek murat’ın koluna iki kişi girerek dışarı çıkarıldı . Ali Süavi ve yandaşlarının Çırağan Sarayına girmelerinden önce II. Abdülhamid’in saraya yerleştirdiği elemanları, Yıldız sarayına haberi uçurmuşlardı. Çırağan Sarayına Abdülhamid tarafından özel olarak görevlendirilen Dilaver Ağa, bir takım göçmenlerin Mecidiye Camii önünde toplandıklarını haber alınca bundan şüphelenerek telaşla durumu çevredeki askerlere, eğitim alanındaki subaylara, yakın karakollara bildirmişti. Kendisi de Sultan Murad’ın çevresini saran altı kişinin dışarı çıkışını engellemeye çalışmıştı. 

Hasan Paşa’nın Gelişi

Hasan Paşa, Beşiktaş Muhafızıdır. O bölgenin güvenliğinden sorumludur. Sadece Beşiktaş karakolunda kalmıyor, ara sıra diğer karakolları da dolaşıyordu. Boş zamanlarında Çırağan Sarayı civarındaki kahvede oturarak arkadaşlarıyla sohbet ediyordu.

Ziya Şakir anlatıyor;

1878 senesi Mayıs ayının sıcak bir günü idi. Yine böyle oturup arkadaşlarıyla dertleşirken birden bire Çırağan Sarayı tarafından bir gürültü koptu. Kadın çığlıkları, kalabalık erkek seslerine karışıyor, korkunç bir uğultu halinde sarayın yüksek duvarlarından taşıyordu. Bu gürültüyü duyan Hasan Paşa, derhal yerinden fırladı:

—Eyvah… Ameleler saraya hücum etti, diye bağırdı. Saray kapısına doğru yola çıktı.

Gerçekten de o sırada Çırağan Sarayının yanındaki dairede önemli bir tamirat yapılıyor ve birçok Rumeli göçmeni çalışıyordu.

Hasan Paşa, bu işçilerin saraya hücum ettiklerini sanmış ve bunları engellemek için saraya doğru koşmuştu. Sarayın kapısına geldiği zaman baktı ki emektar kapıcılardan Zeybek Mehmet, elindeki değneğe dayanarak kapıda duruyor, büyük bir hayret ve korku içinde saraydan gelen sesleri dinliyordu.

Paşa sordu:

—Sarayda ne oluyor, Zeybek?

—Bir hengâme var ama ne olduğunu bilmiyorum, paşam…

Paşa duracak halde değildi.

—Ver şu elindeki sopayı, dedi ve Zeybek Mehmet’in elindeki sopayı kavrayarak saray avlusuna girdi.

Bu sopa, kalınca bir başparmak çapında ve bir kulaç uzunluğunda bir kızılcık dalı idi. Sopanın elle tutulacak yeri delinmiş, ince bir sırım geçirilmişti. Hasan Paşa sopayı alır almaz bu sırımı bileğine taktı. Saray binasının kapısına doğru koşmaya başladı.

Kapıya geldiği zaman, feci bir manzara ile karşılaştı. Göçmen kıyafetinde birkaç adam; odalardan odalara, salonlardan salonlara koşuyor, korkudan feryad ederek kaçışan veya köşe bucak saklanmaya çalışan saraylıların üstüne yürüyerek:

—Padişahım, çok yaşa… diye bağrışıyorlardı.

Bu sırada Hasan paşa’mn gözü, somaki direklerle süslü geniş merdivenlere çarptı. Tanıyamadığı iki adam, Sultan Murad’m koluna girmiş, onu sürükleyerek indirmeye çalışıyorlardı.

Sultan Murad, koluna girenlerin isteğine göre hareket etmekten başka bir şey yapacak durumda değildi.

Hasan Paşa, tezyinatlı somaki taşlardan birini siper aldı. Sultan Murad’ı sürükleyenlere yakından baktı. Sabık padişahın sağ kolundakini tanıyamadı. Fakat sol kolundakine bakınca:—Vay kerata… diye bağırdı.

Bu adamı, görür görmez tanıdı. Arnavut Salih adıyla da bilinen Nişli Salih’i ta Sırp savaşı esnasında görmüştü.

Nişli Salih, Muavene Taburu binbaşısı iken düşmana casusluk niyetiyle firar etmiş ve bir hayli arandığı halde ele geçirilememişti. Hasan Paşa, onu bütün bu özellikleriyle hatırladı ve böylesi bir adamın Sultan Murad gibi aklî dengesi pek yerinde olmayan, hasta birinin koluna girmesinde bir hinlik olduğunu düşündü.

Ali Süavi ve Hasan Paşa Karşılaşması

Hasan Paşa, Çırağan sarayına göçmen işçilerin çapulculuğa kalkıştığı düşüncesiyle gelmişti. Buradaki olaylar, onu dehşete düşürdü.

Gördüğü vaziyet, vahimdi. Hasan Paşa, bunu çabuk fark etti. Devlet ve milletin başına büyük bir felaket getirme ihtimali bulunan Nişli Salih ile arkadaşını engellemek gerekir diye düşündü.

Elindeki sopayı çelik gibi parmaklarının araşma iyice yerleştirdi. Onlar merdivenden inip de önünden geçerlerken Hasan Paşa, birden bire yerinden fırladı. Sağ taraftaki adamı, başına indirdiği bir sopa darbesiyle yere yuvarladı. İkinci darbeyi Nişli Salih’e indirdi. O da sopayı yer yemez, cansız bedeni yere serildi.

Ziya Şakir, burada Hasan Paşa’nm tek başına Çırağan sarayına girdiğini ifade ediyor. Beşinci Murad’ın Hayatı adlı eserinde de “Kapıcı Zeybek Mehmet’ten başka kimse yoktu” diyor ve şöyle devam ediyor:

Bu sırada Hasan Paşa’nın gözüne silahlı bir zaptiye neferi ilişmişti. Ona:

—Arkamdan gel, emrini vermişti.

Sonra kapıcıya:

—İçeride ne oluyor? demişti.

Korkudan bitkin bir hale gelmiş olan Zeybek Mehmet:

—İçeriye gir de ne olduğunu gör, diye cevap vermişti.

Üzerinde hiçbir silah olmadığı halde kapı nöbetçisinin elindeki değneği kavrayan Hasan Paşa, o tek zaptiye neferi ile içeri girmişti. Giderken de kapıcıya:

—Koş, karakola haber ver. Asker yetişsin, demişti. Dolmabahçe sarayı önündeki harp gemilerinin Çırağan tarafına hareketi ve askerlerin de olaya müdahalesiyle göçmenler kaçışmaya başlamışlardı. Bir kısmı pencerelerden atlamış, bazıları da muhafızlar tarafından vurulmuşlardı. Bir kısmı da geldikleri tarafa doğru kaçarlarken askerler, zaptiyeler ve Çırağan Ağaları tarafından öldürülmüşlerdi. Bazıları kaçabilmiş, kaçamayanlar da askerler tarafından yakalanmışlardı.

Ölenlerden birinin ilk anda kim olduğu bilinmiyordu. Çünkü bu adamın gömleğinde ve kemerinde Latin harfleriyle (A.S.) harfleri işlenmişti.49 Seyrek sakallı zayıf olan bu adamın kim olduğu konusunda önce tereddüt ettiler. Onu iyi bilenlerce de teşhis edildi ki olayın elebaşısı, Ali Süavi imiş.

Bu olayda Ali Süavi ve Nişli Salih başta olmak üzere Hacı Ahmet, Molla Mustafa gibi elebaşıları da dâhil yirmi bir kişi ölmüş, otuz kişi de yaralı olarak yakalanmıştı.

Sultan Murad’ın sağ ve sol tarafındaki adamları birer sopa darbesiyle öldürdükten sonra sabık padişah, korkusundan duvara dayanmıştı. Göçmenler de ellerindeki büyük bıçaklarla Hasan Paşa’nın üzerine atıldılar. Hasan Paşa,

Zaptiye neferine:

—Ateş et… diye bağırdı.

Fakat zaptiye, korkudan ne yapacağını bilemez hale gelmişti.

Osman Nuri, askerlerin meşru padişah olarak kabul ettikleri Sultan V. Murad’a karşı ateş etmek istemediklerini ve bunu gören Hasan Paşa’nm Sultan Murad’ı kılıcıyla yaraladığını ve etraftan gelen askerlerin çokluğu karşısında Sultan Murat taraftarlarının mahvolduklarmı söylüyorsa da Hasan Paşa ile Sultan Murat arasında böyle bir olayın varlığından söz etmek imkânsızdır. Bu olayda hiç kılıç kullanılmamıştır.

Hasan Paşa, askerin şaşkınlığını görünce elindeki on altı mermi atan Vinçester marka silahı alıp göçmenlerin üzerine ateş açtı. Birbiri ardına attığı kurşunlarla bunları olay mahallinden uzaklaştırdı. İşte bu sırada silahlar patlamaya başlamış, askerler içeri dalmışlardı.Bu baskında daha başlamadan bastırılmıştır.

Soruşturma Komisyonu

Ali Süavi’nin ekibiyle birlikte Çırağan Sarayında gerçekleştirdiği baskın olayı, sarayı derinden etkiledi.

Bazıları, bu olayı Süavi Efendi’nin şahsî teşebbüsünden ibaret olduğunu, onun azim ve irade sahibi, fakat cüretkâr bir ihtilâlci olmasından kaynaklandığını iddia ederler.

Fakat o gün saraya birçok ihbar geldi. Saray erkânından bazı kişilerin ve paşaların da bu olayın arkasında oldukları ihbarı, padişahı soruşturmanın derinleştirilmesine şevketti.

Olayın gerçek faillerini ortaya çıkarmak için Küçük Said Paşa başkanlığında bir Soruşturma Komisyonu kuruldu. Komisyonda Mehmet Rauf Paşa, Ahmet Besim Paşa, Ali Paşa, Münif Paşa, Osman Reşat Paşa, sabık İşkodra valisi Mustafa Paşa ve Zaptiye Nazırı Mehmet Paşa da bulunuyordu. Bunlardan başka Mahmut Paşa, Namık Paşa, Mustafa Paşaların bulunduğuna dair bir bilgi de mevcuttur.

Komisyon, pek çok kişiyi sorguya çekti. Bu kişilerden çoğu, vekillerin kendilerini desteklediklerini söylüyorlardı. Fakat esas elebaşları öldüğü için bunu kestirmek zordu. Zira Çırağan olayının bilinen gerekçesinden başka birçok ihtimal daha vardı.

Tarihçi Enver Ziya Karal, en az beş ihtimalden bahsediyor ve her birini ayrı ayrı tahlil ve tenkide tabi tutuyor. Sonunda; “Çırağan olayının, Abdülhamid H’nin şahsı ve istibdatçı idaresine karşı büyük çapta vuku bulmuş ilk olay gibi kabul edilmesi gerekir” diyor.

Soruşturma komisyonu, bir taraftan yakalanan isyancıları dinlerken diğer taraftan da elebaşlarının evlerinde ve çevrelerinde araştırma devam ediyordu.

Olayın düğümü, Ali Süavi ve çevresinde idi. Saraya gelen bilgilere göre Süavi, olay günü Çırağan’a hareket ederken İngiliz asıllı karısına yalıdan kontrol etmesini ve şayet bir baskına uğrayıp saray ve rıhtımın karıştığını görecek olursa bütün evrakı derhal yakmasını söylemiş ve sıkı sıkı tenbih etmişti. Sarayı dürbünle seyreden eşi de olayların böyle gelişmesi üzerine Süavi’nin yalısındaki defter ve vesikaların tamamını yakmıştı. Bu nedenle Süavi’nin yalısında bir belge bulunamadı. Ali Süavi’nin cebinden çıkan küçük defterin ise akıbeti belli değildi.

Bu arada Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa, 21 Cemaziyelevvel 1295 tarihli raporunu komisyona resmen sunuyor: “Güzerân iden Pazartesi günü saat dört raddelerinde Yıldız Sarây-ı Hümâyunundan Beşiktaş Zabıtasına avdetle oda-i aciziye duhûlümde bir nefer zabtiye gelüp Çırağan Sahüsaray-ı hümâyunu Paşa Dairesi önünde muhacirinin kavga etmekte olduklarını söylemesi üzerine mikdar-ı kâfi asâkir-i zabtiye ile süratle gitmekte iken Paşa mahallesinde bir nefer daha gelerek bahçeye duhûl ettiklerini ve Valide Saltanat Kapusu önüne gidildiğinde diğer bir nefer daha gelerek saray-ı mezkurun derununa hücum ettikleri malumatı verilip heman maiyet-i âcizide bulunan neferattan on neferi mezkur kapunun önüne terkle harici ve dâhili tasallut iden olduğu halde ur emrini virüp koltuk kapu ‘ya yakın geldiğimde Hacı Mahmud Efendi ziyade telaş ile “aman yetişin daireleri muhacirler bastı” dimesi üzerine altı neferi koltuk kapıda terk ve on nefer Paşa Dairesi Kapusuna gönderilerek keza talimat verildiği ve dört nefer ile içeru duhûl ve kapucuların birinin elinde bulunan kebir sopayı ahz, içeru doğru gitmekte iken saadetlü Musa Ağa karşı gelüp “amanyetiş iş fenalaştı” dimesi üzerine heman kendüsinin talimatı üzerine ikinci kata çıkılup harem kapusuna doğru gider iken Dilaver Ağa çıkup “yetişin Sultan Murad hazretlerini götürüyorlar” dediğinde hemen içeru duhûl, bir sakallı şahsın eli sağ omzunda, diğer bir sakallı şahıs dahi sol tarafından koltuğuna girüp çend nefer aveneleriyle Çerkeş elbiseli yine bir sakallı şahsın götürmekte ve sağ tarafında olan şahsın “yaşa Sultan Murad” diye alkışlamakta olduğunu müşahede iderek reisü’lfesad olduğunu his idüp yedimde olan sopa ile başının sol tarafından şiddetle darb idüp oraya düştüğünü gördüklerinde etrafında bulunanlar girü çekilmesi üzerine Hasan Ağa müşarünileyhin (Sultan Murad’in) yedinde bulunan eslihasını almak murat ettiyse de telaş arasında anın lüzumu olmadığını beyan eylediğimde mumaileyh Hasan Ağa ve Zeybek Mehmed Ağa ile Hacı Ali Ağa ve diğerleri şahs-ı merkumunun üzerine hücum, mudarebeye kıyam olundukta iki neferi deniz tarafında bulunanpercereden atılmak sırasında neferat tarafından atılan kurşun dânelerinden biri mecruh ve diğeri hayyen atlamış ise de asâkir-i şâhâne tarafından haricen itlaf olunduğu üç neferi dahi harem bahçesi tarafındaki camları şikest idüp atılarak diğerleri geldikleri mahalle doğru gitmekteler iken asakir-i şâhâne ve zabtiye ile bendegân tarafından kâffesi itlaf edilerek müşarünileyhin (yani Sultan Murad’in) çıkacağı harem kapusu önüne mikdar-ı kâfi nizamiye ve zabtiye vaz ile cümlemiz mabeyin-i hümayun bahçesine çıkarak baki-i merkumunun hareketlerine Binbaşı Bekir Bey kulları dahi hazır olduğu halde mukabele bi ‘l-misl, bazıları mecruh ve meyyiten ve bazıları dahi hayyen derdest olunduğu bu ise eltâf-ı ilâhiye ve muvaffakiyet-i cenâb-ı tacdâri âsâr-ı cehlinden bulunmuş olmağla ol babta emr u ferman şevketlü, mehabetlü, kudretlü efendim hazretlerinindir. 21 ca sene 1295. “

               Kulları es-Seyyid Hasan

(Talik Mühür)

ali suavi ölümü

Bu sırada, soruşturmanın selameti için Hasan Paşa’nın da bir ara gözaltına alındığı iddiası,bu rapora bakılırsa doğru değildir. Zaten bir paşanın gözaltına alınması, pek makul görülmemektedir. Olsa olsa ifadesine başvurulmak istenmiş olabilir.

Soruşturma komisyonu, raporunu kısa sürede tamamlayarak Örfi İdare Divan-ı Harb Mahkemesi başkanlığına verdi. Mahkeme kararına göre Hafız Nuri ölüm cezasına, Filibeli Ahmed paşa, Hafız Ali ve Hacı Mehmet ömür boyu hapis cezasına, diğerleri de çeşitli hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldılar.Ancak Abdülhamid, ölüm cezalarını hiç uygulamamıştır.

Hasan Paşa’ya Ödül

Hasan Paşa, Osmanlı Devletinin başındaki padişah kim olursa olsun, ona sadakatle bağlıydı. Zira o devleti temsil ediyordu.

Hasan Paşa, sultana bağlılığı ve o üstün cesareti sayesinde Çırağan Sarayı baskınını önledi. Onun gayret ve cesareti olmasaydı Ali Süavi ve ekibi, ülkeyi bir maceraya sürükleyecekti. Devletin şekli ve istikameti, hatta varlığı tartışılacaktı. Bu durumda Süavi ile işbirliği yapan farklı bir yönetim, işbaşına gelebilirdi. Sonuç, Osmanlı Devleti için tam bir karmaşa ve macera olurdu.

Ama Sultan II. Abdülhamid için yolun sonu demekti. O da bunu bildiği için Çırağan Sarayı baskınını önleyen Hasan Paşa’yı huzuruna kabul etti ve birinci rütbeden Mecidî ve ikinci rütbeden Osmanlı nişanlarıyla taltif etti. Bu nişan (madalya)ların manevi değeri çok büyüktü. Hasan Paşa, bu nişanlarla paşalar arasında iyice temayüz etti.

Bunlar, ödülün bir parçası idi. Yine bir ödül olarak Hasan Paşa’nın Beşiktaş Muhafızlığındaki yetkileri artırıldı.

Sultan’in şahsi güvenini kazanan kişilere, Hafiye örgütünde görev veriliyordu. Bu başarısından sonra Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa’ya istihbarat görevi de verildi. Bu görev, bulunduğu makamın imkânları ve şahsi gayreti ölçüsünde olacaktı. İstihbarat görevinin verilişi, ona güvenin sonucuydu.

Beşiktaş bölgesi, Sultan II. Abdülhamid için çok önemli idi. Çünkü bu mıntıkada, onun taç ve tahtını tehlikeye düşürebilecek iki önemli kişi vardı. Bunlardan birisi eski padişah Sultan Murat, diğeri de padişah veliahtı Reşat Efendi idi.

Eski padişahı tekrar tahta çıkarmak isteyenlerin yanı sıra II. Abdülhamid’i tahttan indirerek Reşat Efendi’yi padişah yapmak isteyenler de vardı. Bunlar, bir saray darbesiyle olabilecek şeylerdi. Bu tür girişimler nerede planlanırsa planlansın Beşiktaş bölgesinde uygulanmak zorundaydı.

İşte bu nedenlerle Hasan Paşa’nın sorumlu olduğu bölge çok önemliydi. 

Hasan Paşa’nın Ameliyatı

Hasan Paşa, Beşiktaş Karakolunda görevine devam ediyordu. Hırsızlarla, sarhoşlarla, siyasî suçlularla uğraşıyordu. Çırağan Sarayı çevresindeki olaylar, onu sürekli meşgul ediyordu. İşi başından aşkındı. Sürekli baş ağrısı çekiyordu.

Önceleri işin yoğunluğundan oluyor sandı, birçok müsekkin kullandı. Ama geçmiyordu. Baş ağrısının yanı sıra ateşi yükselmeye başladı. Görevine de gidemez oldu.

Durumu, Sultan II. Abdülhamid’e bildirdiler. O da, tedavisi için ne lazımsa yapılsın, deyince hastaneye kaldırıldı.

Yapılan muayene sonucu ağrıların ve ateşin kaynağı, başındaki yara idi.

Ardahan savunmasında başından yaralanmış, Gümüşhane’de tedavi görmüştü. Yara, dıştan kapanmıştı ama ağrı devam ediyordu. Doktor ameliyata karar verdi.

Yapılan ameliyatla kafatasının içinde savaş esnasında giren fesin püskülü ortaya çıkarıldı. Operasyon, başarıyla sonuçlanarak kafatası kapatılıp dikiş atıldı. Hasan Paşa da, yıllarca başındaki taşıdığı püsküllü beladan kurtulmuş oldu.

Olayı duyanlar, bu işe hayret ettiler ve Hasan Paşa’nm sabır ve dayanıklılığını konuşmaya başladılar.

Daha sonra Hasan Paşa, zatürree hastalığına yakalanmış ise de saray tabibi Dr. Mehmet Bey, muayene sonucunda hayati bir tehlikesinin olmadığını beyan eden bir rapor vererek tedavisine devam etmiştir

Zatürre hastalığına yakalanan Hasan Paşa’nın muayenesi sonucu Dr. Mehmet Bey tarafından düzenlenen, hayati tehlike olmadığına dair rapor

Çorumda Saat Kulesi

Çorum’daki uzun tartışmalardan sonra Hacı Hasan Paşa’ya ulaştırılan istek; “Çorum’da saat kulesi lazım” şeklinde olmuştur. Paşa’nm gayretiyle saat kulesi yapılmıştır.

Çorum’un sembolü olan saat kulesi, 1312/1894 yılında yapılmıştır. Çorum’un idari statüsünün kazadan sancağa yükseltilmesi de aynı yıl içinde olmuştur. O günlerde vilayet merkezi olmamasına rağmen bu görkemli saat kulesi, Beşiktaş Muhafızı Hacı Hasan Paşa’nın itibarı ve girişimiyle Çorum’a kazandırılmıştır.

Yüksekliği 27,5 metredir. Tabanı sekiz köşeli olup (5,30m.) çapındadır. Her köşesi (2,10m)’dir. Asıl kulenin gövde çapı, (3,90m.) olup yirmi dört köşegenlidir. Yontma sarı taştan yapılmıştır. Seksen bir basamağı vardır.

Saatin bulunduğu bölümde, minarelerde olduğu gibi bir şerefe bulunmaktadır. Şerefesi, demir şebeke korkulukludur. Şerefeden sonraki kısım, dört köşelidir. Saatin rakamlarının yazılı olduğu dairenin (kadranın) çapı, (1,50m.) çapında olup yelkovanın uzunluğu 70 cm.dir. Kuzey ve güneydeki saat kadranında Roma rakamları kullanılmıştır.

Saat kulesinin tepesinde çinko kaplamalı basık bir külah vardır. Külahın altında, ses dalgalarının yayılması için yapılmış, baklava dilimi motifli dört pencere boşluğu yer almaktadır.

 

Bu görkemli yapıya uygun, sesi en az yaya bir saat (5 km.) mesafeden duyulabilecek bir çan arayan Hacı Hasan Paşa, İstanbul’daki çan imalatçılarını dolaşmış, sonunda aradığı standartlara uygun bir çan yaptırıp satın alarak Çorum’a göndermiştir. Çanın üzerinde 1894 tarihinde imal edildiği yazılıdır. Bu çan, Çorum saat kulesinde yarımlarda bir, saat başlarında ise saatin sayısınca gonk vurmaya devam etmektedir.Saat kulesinin, çok derin ve geniş temel üzerine oturduğu söylenmektedir. Ancak şuana kadar resmi projesine ulaşılamamıştır. Kalenin güney yönündeki kapının üzerinde mermer zemine Osmanlıca olarak yazılmış kitabesi vardır. Kitabenin hattatı, Muhammed Nuri (Korman)’dır.

İşte saat kulesinin kitabesi:

Şehinşâh-ı zeman Abdülhamıd han-ı Keremkânn Ferîkan-ı kiramından Hasan Paşa-yı bî-hemta Bütün evkafını vakfeyledi ihya-i hayrata Muvaffak eylesün her dem anı amaline Mevlâ Bu Saat Kulesi ezcümle hayrât-ı güzîninden Yapıldı yümn-i evferle bu şehri eyledi ihya Çıkıp vakt-i eşrefte yazıldı babına tarih

Bu mikat-ı celîli yaptı bak lutf-i Hasan Paşa 1312 Hicri

Kitabenin günümüz Türkçesi ile söylenişi:

Zamanın ulu hakanı cömert Abdülhamid Han’ın Değerli paşalarından eşsiz benzersiz Hasan Paşa Adadı bütün vaktini hayır işler yapmaya Başarılı kılsın emellerinde onu, her an Mevlâ Bu Saat Kulesi, seçkin hayratındandır onun. Bol bereketle yapıldı; bu şehri etti ihya

Çıkıp kutlu bir zamanda yazıldı kapısına tarih Bak, bu büyük saati yaptı Hasan Paşa’nın lütfü. 1312 H/1894 M.

Not: Bu kitabe Mehmet Nuri Beşiktaşi’ye Yedi Sekiz Hasan Paşa tarafından yazdırılmıştır. Hattat Hacı Nuri Korman (Beşiktaşlı) H. 1285 (1868) yılında dünyaya geldi. Alâeddin Bey ile Muhsinzade Abdullah Bey’in talebesi olan Hacı Nuri Efendi, Kazasker Mustafa İzzet Efendi yolunun son müntesibidir. Celî sülüs yazılarında onun tesiri yanında Mustafa Râkım Ekolü’nün tesiri de sezilir. İstanbul Bakırköy’de Kartaltepe Camii’nin kubbesindeki İhlas Sûresi, Azapkapı Camii’nin muslukları üzerindeki yazılar, Kastamonu’da Şaban-ı Velî Dergahı’nda ve Çorum’da saat kulesinin üstündeki yazılar ile Sultanahmet’te Alman Çeşmesi’nin kubbe içi yazıları onundur. H. 1371 (1951) yılında vefat etti. Kaynak: Osmanlı Hat Sanatı Tarihi, Ali Alparslan, Yapı Kredi Kültür Yayınları

Hasan Paşa Kütüphanesi

Çorum Ulu Camii avlusunda III. Alaaddin Keykubat tarafından kurulan Cami-i Kebir Medresesi vardı.29 Bu medresenin yanına Beşiktaş Muhafızı Hacı Hasan Paşa, kargir bir kütüphane yaptırdı.30 Bu kütüphanenin yapılış tarihi 1314/1896 olarak biliniyor. Bu bina, 1340 yılında yıkılmıştır.

Hacı Hasan Paşa’nm başlangıçta 170 kitapla kurduğu kütüphanesini İstanbul’dan temin ettiği kitaplarla sürekli desteklediği tahmin ediliyor. Zira burada şahıs kütüphanesinde bulunamayacak kadar kıymetli eserler de vardır. Bunların saray imkânlarıyla temin edilip gönderilmiş olabileceği, araştırma yapan ilim adamlarınca sık sık dile getirilmektedir.

Çorum Hasan Paşa Kütüphanesi

HASAN PAŞA’NIN YÜKSELİŞİ

Çorumlu Hasan, askerliğe bir nefer (er) olarak başladı.

Kırım’da Gözleve ve Anapa savaşlarmdaki başarılarıyla çavuş olan Hacı Hasan, Hac eminliği göreviyle mülazim-i san i (teğmen), Bursa ve Balıkesir’de eşkıya takibindeki gayret ve cesareti ile yüzbaşı, ardından binbaşı rütbesine yükseltildi.

Sultan Abdülaziz, bu görevdeki başarısından dolayı ona Beşiktaş Karakol Komutanlığı görevini verdi. Buradaki gayret ve sadakati karşılığında Alaybey (Albay)lığa terfi etti.

Bu görevde iken bir kalpazan çetesini çökerterek ülke ekonomisinin büsbütün bozulmasını önlediği için mirliva (tuğgeneral) rütbesiyle paşa oldu.

Sultan II. Abdülhamid döneminde tekrar Beşiktaş Karakol komutanlığına atanan Hasan Paşa, padişahın yaverleri arasında da yer aldı. Çırağan Sarayı baskınının önlenmesindeki gayreti ve cesareti nedeniyle mecidî ve Osmanlı nişanlanyla ödüllendirildi. Bu görevdeki dirayeti ve başarıları nedeniyle Ferik (Korgeneral-Orgeneral) rütbesine terfi ettirildi. O dönemde ferik rütbesi, müşirlikten önceki son rütbe idi.

Alaylı bir asker olup neferlikten başlayarak ferik rütbesine kadar yükselen Hacı Hasan Paşa’nın artık, padişahtan beklediği hiçbir rütbe ve makam yoktu. O, devlet için vardı, görevine ve padişahına sadıktı. Sevenleri de vardı, kızanları da. Hayranları da vardı, düşmanları da…

Uzun yıllar Beşiktaş Karakolu gibi önemli bir bölgede güvenliği sağlayan ve başarı ile görev yapan Hacı Hasan Paşa’yı, Padişah II. Abdülhamid Han, seviyor ve onu bu görevde tutmak istiyordu.

Müşir Rütbesi

Yıl 1900 Rumi 1315… Padişah, saray erkânını bir tören için Yıldız’a davet etti. Askeri ve mülki erkânın hazır bulunduğu bu törende gayret, samimiyet ve sadakati nedeniyle Hasan Paşa’ya Müşir (Mareşal) rütbesi verildi.

Bu rütbe, resmi evrakla tescil edildi:

Padişah yağverlerinden Ferik Hasan Paşa’ya Müşir (Mareşal) unvanı verilmesine dair İrade-i Seniyyeyi havi vesika

Yıldız Saray-ı Hümayunu

Başküttab Dairesi

7812

Maruz-ı Çaker-i Kemineleridir ki;

Beşiktaş polis memuriyetinde bulunan fahrî yaveran-ı hazret-i şehriyariden Ferik Hacı Hasan Paşa hazretlerinin emekdarlığına ve mesai-i mahdume-i rüyetmizane ve sadıkanesine mükâfaten uhdesine rütbe-i sâmie-i müşiri tevcih ve ihsan buyurulmuş olduğundan muamele-i lâzımenin ifası şerefsudur buyurulan irade-i seniyye-i cenab-ı Hilafetpenahı iktiza-i âliyyesinden olmakla ve müşarün ileyh Hasan Paşa Hazretlerine kemakan memuriyet-i mezkurede bulunup vazife-i asliyesine halel gelmemesi cümle-i emr uferman-ı hümayun-ı mülûkâneden olarak bu babla tebliğat-ı lazime icra kılınmakla ol babda emr u ferman hazret-i veliyyülemrindir.

1 Şevval 1317

20 Kanunussani 1315

Serkâtib-i Hazret-i Şehriyari

(İmza)

Bir şair de bu terfıyi bir beyit ile tespit ediyor ve tarih düşürüyordu.

Dedim bigaye âdâb ile tarihin

Müşir-i namdar oldu Hasan Paşa

  1. 1317 Şevval/1900 Şubat

Hasan Paşa’nın Son Demleri

Hasan Paşa, 73 yaşındaydı. Ama hala görevi başındaydı. Yorulmak nedir bilmezdi. Zaman zaman sıkıldığı, bıktığı olmuştu ama bir türlü sakin bir hayat yaşama fırsatı bulamamıştı. O, en sorunlu alanlarda aşırı sorumluluklar yüklendi

ve her zaman görevini başarıyla sonuçlandırdı. Suçlamalardan ve jurnallerden hep aklanarak çıktı.

Göreviyle uğraşmaktan kendini dinlemeye ve sağlığıyla ilgilenmeye pek vakit bulamadı. Sık sık doktora gitme ve ilaç kullanma alışkanlığı yoktu. Birçok rahatsızlığını sabırla ve dirençle atlatabildi.

Hasan Paşa, görevini titizlikle yürütme gayretinde iken hafif ağrılara, bazı rahatsızlıklara aldırış etmezdi. Kafatasındaki püskülle bile uzun zaman yaşamış da halini pek kimseye söylememişti.

Bu defasında durum ciddi idi. Görev başında iken aniden hastalandı. Karın bölgesindeki sancıdan kıvranıyordu. Acele doktor çağırdılar. Gelen doktor:

—Lavman yapılması lazım, dedi.

Hasan Paşa:

—Buna ne lüzum var, diye itiraz etti.

Bu arada ailesine de haber verilmişti. Hasan Paşa, hastaneye kaldırıldı. Paşa’nın itirazına rağmen lavman yapıldı. Hasan Paşa, iyileşecek yerde daha da fenalaştı.

O sırada eşi Hatice Gülnaz Hanım da başındaydı. Hasan Paşa, bir ara kendine geldi ve:

—Gülnaz, beni zehirlediler… Hasan gidiyor artık, diyebildi.

Aradan çeyrek saat geçmişti ki Müşir Hasan Paşa, hayata gözlerini yumdu.

Yıl…

Rumî 1320… 10 Teşrinisani…

Miladî 1905 23 Ocak…

Günlerden Pazartesi

Sultan Murat’la aynı yıl…. Birkaç ay sonra…

Ölüm sebebi olan hastalığı ne idi? Anlaşılamadı. Çok sevdiği ve güvendiği paşasının ölüm sebebi, Sultan Abdülhamid’den bile gizlendi.

Sultan Abdülhamid, Hasan Paşa’ya gerçekten güveniyordu. “Ben sağ oldukça ona zeval yoktur” diyordu. Hasan Paşa ise Abdülhamid’in şahsından çok makamına hürmet etmiş ve onun askeri sıfatıyla verdiği emirlere itaat eylemişti.

Hasan Paşa, Hakk’ın rahmetine kavuştu

Hasan Paşa’nın Yahya Efendi Dergahı Haziresindeki Kabri

Paşamızın  Kabristanlığını sayfanın yöneticisi  Ahmet KOÇ lübnan’dan gelmiş kardeşleri ile ziyareti.

Not: 1930’lu yıllarda 7-8 Hasan Paşanın Türbesi Hasan Paşa, vefatında Muhafızlık yaptığı Beşiktaş’ta, Barbaros Hayreddin Paşa türbesi sahasında defn edilmiş, üzerine Mimar Kemaleddin tarafından bir cesim türbe inşa edilmiştir. Türbe, yine Mimar Kemaleddin yapısı olan Fatih Camii haziresindeki Gazi Osman Paşa türbesi ile aynı tarzda inşa edilmişti. Bu türbe, 1937 yılında, Hükümet kararnamesi ile Belediyece istimlâk edilip yıkılmış, 7-8 Paşa’nın cenazesi buradan Yahya Efendi Dergahı kabristanına nakledilip defnedilmiştir.

Kaynak: Müfid Yüksel Arşivi

Sultan II. Abdülhamid Han, ferman buyurdu; muhteşem bir cenaze töreniyle Barbaros türbesinin cadde tarafının önüne gömüldü. Üzerine de kubbe yapıldı.

Yıllar sonra yol genişletmesi nedeniyle buralar düzenlenirken Hasan Paşa’nın naşı, Yahya Efendi dergâhının haziresinde annesi Keziban Hanım ile ilk eşi Hatice Hanım (Hacı Hanım)’ın mezarlarının arasına yerleştirildi.

Hasan Paşa’nın ölümüne Şair Eşref de yedi beyitlik başka bir şiiriyle tarih düşürdü. Hasan Paşayı hicveden şiirinin son mısrasında “Hasan Paşa cehennem oldu gitti dâr-ı dünyadan” diyerek tüm öfkesini dillendirerek H. 1322 tarihiniyazmıştı.23 Bu da Rumi 1320, Miladi 1905 yılını gösterir.

Hasan Paşa Hakkında Ne Dediler?

Ali Ekrem Bolayır:

“Hasan Paşa, herkesin tasavvur ettiğinden bütün bütün başka bir adamdı. Onun büyük vicdanını gösteren fiil ve harekâtını, hatıratımın ikinci cildinde söyleyeceğim.”

Necip Fazıl Kısakürek:

“Beşiktaş Muhafızı meşhur Yedi Sekiz Hasan Paşa, enerjik davranışlarıyla meşhur ve ümmî bir zattır… Çorumlu, Anadolu çocuğu, ümmî kumandan…”

Falih Rıfkı Atay:

“Sultan Murad’ı güçlükle ele geçiren Ali Suavi ve arkadaşları onu henüz dışarı çıkarmaya vakit bulamadan Beşiktaş Karakolu kumandanı Hasan Paşa ve askerleri saraya yetiştiler… Hasan Paşa, kendisini elindeki sopa ile öldürmüştür ve son günlerine kadar da sopayı karakolun duvarına asarak gelene gidene göstermiştir.”

Ziya Şakir:

“Hasan Paşa’nm birçok kimseleri karakola kapayarak dayak attığı doğrudur. Fakat bu dayak yiyenlerin ekserisi, hırsızlar, sarhoşlar ve yankesicilerden ibarettir… Esasen Hasan Paşa Karakolu, siyasi suçlular için bir transit merkezinden ibaretti.”

İhsan Birinci:

“Yedi Sekiz Hasan Paşa, jandarma neferliğinden paşalığa ve nihayet müşirliğe kadar yükselen bu zat, cahil fakat ziyadesiyle dürüst, babayiğit bir adamdı.”

Cemal Kutay:

“Ali Suavi’yi Sultan Hamid’in Beşiktaş muhafızı o meşhur Yedi Sekiz Hasan Paşa, birçok kimsenin üzerinde kuvvetini denediği söylenen ve ikinci meşrutiyetten sonra teşhir edilen sopa ile öldürmüştü.

https://www.youtube.com/watch?v=hyePMPMtVYY