Sultanzade Mehmed Paşa

Sultanzade Mehmed Paşa İstanbul’da doğdu. Vefatı sırasında yaşının henüz elliye ulaşmadığı bilgisinden hareketle 1600 yılı civarında doğduğu tahmin edilir. Kaynaklarda Civan Kapıcıbaşı, Semîn gibi lakaplarla da anılır. Sultanzâde lakabı ise büyük annesinden, Kanûnî Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan’ın Rüstem Paşa ile evliliğinden olma Ayşe Sultan’dan gelir. Babası, Sokullu Mehmed Paşa’dan sonra vezîriâzam olan Semiz Ahmed Paşa’nın oğlu Abdurrahman Bey, annesi Cigalazâde Sinan Paşa’nın kızı Ayşe Sultan’dır. Bu aile bağlarından ötürü dönemin bazı kaynaklarında “Rüstem Paşa ahfadından” şeklinde de tanıtılır. Semîn (semiz) lakabının ise dedesi Ahmed Paşa’dan geldiği açıktır. Hânedanla akrabalığından dolayı küçük yaşından itibaren saraya girip çıktığı düşünülebilir. Kaynaklarda ilk görevinin II. Osman zamanına rastladığı, henüz yirmili yaşlara girmeden 1621’de Hotin seferi sırasında kapıcıbaşı olarak saraydan taşra görevine çıktığı belirtilir. Civan Kapıcıbaşı unvanının da genç yaşta böyle önemli bir vazife dolayısıyla verildiğinden söz edilir. 1630-31’de vezirliğe getirilmesine kadar geçen süre içindeki görevleri hakkında onu yakından tanıyan ve henüz hayatta iken biyografisini yazan tarihçi Mehmed b. Mehmed bazı ilginç bilgiler aktarır. Buna göre babası Abdurrahman Ağa, III. Mehmed zamanında kapıcıbaşı idi ve muhtemelen oğlu küçükken vefat etmişti. Mehmed Paşa büyükannesi Ayşe Sultan’ın gözetiminde iyi bir eğitim aldı, lalaların yanında büyüdü. Fakat zamanla aile içinde büyükannesinden başka kimsesi kalmadı. Genç yaşta iken yaşı seksene ulaşan Ayşe Sultan’ın bütün işlerini üstlendi. Ailesinden büyük atası Rüstem Paşa’nın, dedesi Ahmed Paşa’nın ve büyükannesi Ayşe Sultan’ın vakıflarını da yine bu yaşlarda yönetti, bu arada kendisine hânedanla uzaktan da olsa akrabalık bağı bulunanlara tevcih edildiği üzere, kapıcıbaşılık pâyesi verildi. Ardından vezâret rütbesiyle divan üyesi oldu. Doğrudan vezirliğe getirilmesi muhtemelen hânedan ile olan bağının bir sonucudur. Topçular Kâtibi’nin yazdığına göre Bağdat seferine çıkılacağı sırada 1633’te IV. Murad’ın yaptığı bir teftişte ordu işiyle ilgilenmeyen vezirler arasında yer aldığı tesbit edilince Kıbrıs’a sürüldü. Naîmâ’nın kaynağının nakline göre ise Rodos’a sürgüne yollanmış ve mallarına el konulmuştu. Bir yıl kadar sonra affedilip döndüğünde kendisine bir yıl herhangi bir görev verilmedi, ardından tekrar vezir oldu ve Ocak 1636’da asker sürme emriyle Anadolu eyaletine gönderildi. Haziran 1636’da İstanbul’a döndükten sonra vezirlik görevini sürdürdü. Nitekim 7 Mart 1637 tarihinde kubbe vezirleri arasında adı geçer.

Sultanzade Mehmed Paşa’ya 5 Ekim 1637’de Mısır beylerbeyiliği verildi, bu sırada ikinci vezir durumundaydı. Mehmed b. Mehmed bu önemli göreve tayinine itiraz edildiğini, buna gerekçe olarak da hânedanın kız tarafından gelenlere büyük eyaletlerin verilmemesinin ileri sürüldüğünü belirtir. Mehmed Paşa ise bunun artık terkedilmesi gereken eski bir uygulama olduğunu, 350 yıldır sultanzâde olanlardan hânedana yönelik bir tehdidin vuku bulmadığını, bundan dolayı bu gibi itirazlara itibar edilmemesi gerektiğini söyleyerek IV. Murad’ı ikna etmişti. Aralık 1637’de vardığı Mısır’da üç yıla yakın bir süre kaldı, burada giderek güç kazanan mahallî beylerin nüfuzunu kırmaya çalıştı, hatta Bağdat seferi için Mısır’dan Şevârib Rıdvan Bey’in (Kāsımî) kumandasında askerî bir kuvvet yolladı. Mısır’da vergilerin toplanmasında titizlik gösterdi. Zülfikāriyye kolunun lideri Emîr-i Hac Rıdvan Bey ile geçinemediğinden onun nüfuzunu da kırmaya çalıştı, köylerini ve emlâkini müsadere etti. Bu arada kendisi de hayli zenginleşti. Silâhdar Yûsuf Paşa ile Vâlide Kösem Sultan’a ve diğer önemli harem mensuplarına yolladığı hediyeler maddî durumunu ortaya koyar. 4 Ağustos 1640’ta görevinden azledilip İstanbul’a dönünce yeniden kubbe veziri oldu ve darphâne işlerinin yoluna konulmasıyla görevlendirildi.

Azak Kalesi’nin kurtarılması maksadıyla serdar olarak Özü valiliğine tayini (4 Şubat 1642) Mehmed Paşa için önemli bir dönüm noktası oldu. Kırım’da Tatar hanıyla birlikte hareket edip Azak’a yöneldi, Kazaklar’ın kaleyi tahrip ederek çekilmelerinin ardından Azak’a girdi. Kendisi de bu seferde bulunan Evliya Çelebi’ye göre kaleyi yedi ayda yeni baştan inşa ettirdi ve askerî bir üs haline getirdi. Kazandığı başarı İstanbul’daki rakiplerini, özellikle de Vezîriâzam Kemankeş Mustafa Paşa’yı endişelendirdi ve bir süre Özü’de muhafaza hizmetinde kalması sağlandı. Üç ay sonra İstanbul’a gelince tekrar vezir olarak divana katıldı, başarılı seferi dolayısıyla şöhreti hayli arttı. Bu sırada Kösem Sultan ile sıkı iş birliği yapan, içinde Cinci Hoca ve mîrâhur Yûsuf Ağa’nın da (Paşa) bulunduğu, sadrazama karşı olan heyette yer aldı. Ardından vezîriâzam tarafından 29 Eylül 1643’te Şam beylerbeyiliği göreviyle merkezden uzaklaştırıldı. Ancak çok geçmeden Kemankeş Mustafa Paşa’nın idamı üzerine (31 Ocak 1644) sadâret mührü ona gönderildi. Kendisi İstanbul’a gelinceye kadar sadâret makamına Kenan Paşa vekâlet etti. 10 Mart 1644’te İstanbul’a gelip vazifesine başladı. Öncelikle kendi iktidarını zora sokacak güçlü vezirleri İstanbul’dan uzaklaştırdı. Sadâret kaymakamı Kenan Paşa’ya Anadolu, Gürcü Mehmed Paşa’ya Şam, Siyavuş Paşa’ya Erzurum beylerbeyiliği verildi. Karaçelebizâde’ye göre Vezir Hüseyin Paşa’nın azledilip Bağdat’a gönderilmesinde ve eskiden beri hasmı olan Kaptanıderyâ Piyâle Paşa ile Kefe Beylerbeyi İslâm Paşa’nın katledilmesinde rolü vardır. Vezirliğe getirilmesi düşünülen Mısır Valisi Maksud Paşa’yı vaktiyle kendisinin Mısır’da kurduğu düzeni bozması, ayrıca katledilen Vezîriâzam Kemankeş Mustafa Paşa’nın yakın adamı olması dolayısıyla padişahın gözünden düşürüp katlini sağladığı da belirtilir.

Mehmed Paşa, sadâreti döneminde bir taraftan kendi gücünü pekiştirip makamını sağlamlaştırmaya çalışırken dış meselelerle de uğraştı. Özellikle Girit’e sefer açılması aşamasında Habsburglar için bir problem haline gelen Erdel meselesi, Lehistan ve Rus sınırındaki karışıklıklarla Kırım Hanlığı konusunda bazı tedbirler almaya gayret gösterdi. Osmanlılar’ın Otuzyıl savaşlarıyla uğraşan Avusturya üzerine yeni bir sefere çıkmaması için çalışan elçi Czernin ile görüştü. Czernin, 16 Kasım 1644’te sadrazam tarafından kabul edildiğinde sadrazamın mevcut anlaşmayı tasdik için kendisinden daha önce ödenmeyen haraç dolayısıyla 400.000 filori istediğini ifade eder. Ayrıca Sünbül Ağa’nın da bulunduğu gemilerin Malta korsanlarınca baskına uğraması ve malların yağmalanması konusunda 25 Kasım’da Venedik, Fransız, Hollanda ve İngiliz elçilerini huzuruna çağırttığını, onları Maltalılar’la iş birliği içinde hareket etmekle suçladığını belirtir.

Sultan İbrâhim’in de etkisiyle Girit’e sefer açılmasına karar verildiğinde savaş hazırlıklarına girişen Mehmed Paşa bu mücadelenin çıkmaza sürükleneceğinin bir ölçüde farkına varmıştı. Başlangıçtaki bazı aksamalar ve yer yer uğranılan başarısızlıklar dolayısıyla seferin aleyhine bir tutum sergilemeye başladı. Ancak genelde Cinci Hoca’nın etkisi altındaki Sultan İbrâhim’i kendisine meylettirecek bir anlayış benimsedi. Bunun yolunun da zayıf karakterli padişahın bütün isteklerini itidalle karşılamaktan geçtiğini sandı. Ancak makamını korumayı başaramadı. Girit seferinde Hanya’nın fâtihi olarak büyük şöhret kazanan Kaptanıderyâ Yûsuf Paşa’nın kendi yerine getirileceğini düşündüğünden onu Mısır valiliğiyle uzaklaştırma çabası içine girmesi, azline giden yolu açmakta gecikmedi. Vaktiyle iyi ilişkiler içinde olduğu Yûsuf Paşa aleyhinde padişah nezdinde teşebbüste bulundu. Naîmâ’nın kaynağına göre Hanya’nın barış yoluyla alınıp içindeki Venedikliler’in mallarıyla birlikte adadan ayrılmasına izin vermesini eleştirdi. Hazineden yapılan sefer masraflarının karşılanamadığını, Yûsuf Paşa’nın boş bir kaleyi ele geçirdiğini, hatta bunun için onlardan para almış olması ihtimalinin bulunduğunu söyledi. Aldığı malların ve paranın soruşturulmasını talep etti. Ancak araya Cinci Hoca ile Kösem Vâlide Sultan girdi; onlar da sadrazamın Girit seferine aleyhtar bir tavır sergilemesinde Venedik elçisinden aldığı 60.000 dukanın etkisinin olduğunu ileri sürdüler. Bunun üzerine Sultan İbrâhim, Yûsuf Paşa ile Mehmed Paşa’yı huzurunda yüzleştirdi. Yûsuf Paşa’nın sefer karşıtı tutumu yüzünden açık şekilde suçladığı Mehmed Paşa kendisine hâkim olamayarak sert sözler söyledi ve sefer için gerekli her şeyi kendisine sağladığını ifade etti. Bu tartışmanın da etkisiyle Sultan İbrâhim, 17 Aralık 1645’te Mehmed Paşa’yı divanda kazaskerlerle bazı meseleleri görüşürken azletti.

Sultanzade Mehmed Paşa bir süre İstanbul’da kaldı, kendisine Bolu ve Niğbolu sancakları arpalık olarak verildi, ardından Girit seferi serdarlığına tayin edildi (Ocak 1646). Kara yoluyla Selânik’e gitti, oradan Gelibolu’ya ulaştı ve 26 Mayıs 1646’da donanma ile hareket etti. Su bulmak için karaya yanaşmış olan yirmi altı gemilik Venedik filosuna âni bir baskın düzenleyerek bazı gemilerini tahrip etti. Bu arada Çanakkale yakasına geçti ve Bozcaada’nın kurtarılması için buradan toplanan birliklerin sevkini gerçekleştirdi. Morasini kumandasındaki Venedik gemileri Bozcaada’dan uzaklaşmak zorunda kaldı. Ancak bu harekât sırasında donanma kaptanı Mûsâ Paşa’yı geri plana itti, onun sözlerini dinlemedi. Aralarındaki anlaşmazlık üzerine Karadeniz’de bulunan Ahmed Paşa gemileriyle birlikte donanmaya davet edildi. Mehmed Paşa donanma ile 12 Temmuz’da Hanya Limanı’na ulaştı, burada iken Suda Kalesi’nin fethini emretti. Suda’nın muhasarası esnasında bizzat topların taşınmasında askere yardımcı oldu, hatta bu yüzden mustarip olduğu fıtık rahatsızlığı arttı ve 4 Ağustos 1646’da Kâtib Çelebi’ye göre “hummâ-i muhrika”dan öldü. Kâtib Çelebi ölüm sebebini, onun deniz savaşlarından hoşlanmaması dolayısıyla Girit seferine serdar tayin edilmesini hazmedememesine, tayinini bir sürgün gibi görmesine, ömrünü rahat içinde geçirmiş “çelebimeşrep” hayat tarzından uzaklaşmasına ve bunun kalbine rahatsızlık vermesine bağlamaktadır. Karaçelebizâde’ye göre cenazesi deniz yoluyla 21 Ekim’de İstanbul Üsküdar’a getirildi ve Aziz Mahmud Hüdâyî Türbesi yanında daha önceden hazırlattığı mezarına defnedildi. Mezarı büyükannesi Ayşe Sultan’ın yaptırttığı ahşap türbesi içindedir. Bugün geçirdiği yangın sebebiyle her iki mezar da açıkta olup şâhide taşları bulunmamaktadır.

Sultanzade Mehmed Paşa’nın şahsiyeti hakkındaki olumsuz yönde bilgiler Kâtib Çelebi’den kaynaklanmaktadır. Kâtib Çelebi onu bir taraftan nazik tabiatlı, çelebimeşrep bir şehir çocuğu olarak tanımlarken diğer taraftan zevk ve safaya düşkün, karaktersiz bir kişi diye nitelendirir. Ayrıca Sultan İbrâhim’in bütün isteklerini yerine getirdiğini, hatta padişahın uygunsuz taleplerine karşı onu uyarmayıp aksine kendisinden bir hata sâdır olmayacağı yönünde telkinatta bulunduğunu söyler. Padişahın bu gibi sözleri doğru sayıp kendisine itiraz edenlere onun ifadelerini tekrarladığını, dolayısıyla Sultan İbrâhim’in iyice çığırından çıkmasında rol oynadığını yazar. Şârihulmenârzâde’nin naklettiği bir notu aktaran Naîmâ, Mehmed Paşa’nın devlet işlerini sürdürebilmek için padişahı idare etmeye çalıştığını, böylesine nazik bir dönemde işlerin padişahça aksatılmaması için uğraştığını îmâ eden şu bilgiye yer verir: Mehmed Paşa ile Şârihulmenârzâde’nin babası Şârihulmenâr Efendi bir araya gelip sohbet ederken Mehmed Paşa padişahtan gelen bir hatt-ı hümâyunu çıkarır. Burada kendisine, “Bre mütevelli yapılı kodoş, bre karpuz kıyafetli pezevenk!” şeklinde hitap edildiği, daha önce ataları tarafından Medine’ye yollanan paraların ve malların geri alınmasının istendiği, emri yerine getirilmediği takdirde derisinin yüzülüp samanla doldurulacağı belirtilir. Mehmed Paşa ağlayarak halinden şikâyet eder ve padişahın bunları câriyeleriyle kadınlarının sevkiyle yazdığını, verdiği emirle ilgileneceğini padişaha bildirip Girit meselesiyle onu oyalayarak konuyu unutturduğunu söyler. Bu anlatılanların doğru olup olmadığı bir tarafa, Şârihulmenâr Efendi’nin Sultanzâde Mehmed Paşa’nın sadâreti sırasında hayatta bulunmadığı bizzat Naîmâ’nın eserinden anlaşılmaktadır. Burada Naîmâ’nın açık bir çelişkisi söz konusudur.

Sultanzade Mehmed Paşa’nın İstanbul’da Uzunçarşı’da bir hanı vardı. Karacaahmet’te Rüstem Paşa Sarayı’nın ona intikal ettiği, Beşiktaş’ta da bir sahilsarayı olduğu, Eyüp’te yine bir sarayı bulunduğu, ayrıca Hersek sancağında Prepol kazasında Kolaşin’de bir kale inşasını başlattığı bildirilir. Mîr-i alem iken genç yaşta vefat eden (1651) Süleyman isminde bir oğlunun adı kaynaklarda geçer. Civankapıcıbaşızâdeler olarak anılan ve XVII. yüzyılın sonlarında büyük bir itibar ve zenginliğe sahip bulunan ailesi, günümüze kadar gelmiştir.

Kaynak: İslâm Ansiklopedisi