Sultan I. Mahmud Han Dönemi

Sultan I. Mahmud Han Dönemi, Hüküm süresi 30 Eylül 1730 – 13 Aralık 1754

Sultan I. Mahmud Han,  (2 Ağustos 1696) Edirne’de doğdu. II. Mustafa’nın büyük oğlu olup annesi Sâliha Sultan’dır. Çocukluk yılları Edirne’de geçti, ilk eğitimini burada almaya başladı. Hocalığını Şeyhülislâm Seyyid Feyzullah Efendi’nin oğlu İbrâhim Efendi yaptı. Babasının tahttan indirilmesiyle sonuçlanan (1703) Edirne Vak‘ası’nın ardından kardeşleriyle birlikte İstanbul’a getirildi.  (1705) yılında kardeşleriyle beraber sünnet edildi . Genellikle kuyumculukla uğraştığı yirmi yedi yıl süren kafes hayatının ardından Patrona Halil İsyanı neticesinde III. Ahmed’in tahttan feragati üzerine  (2 Ekim 1730) padişah oldu. Kendisine ilk biat eden amcası III. Ahmed’in devlet idaresini bizzat eline alması ve kimseye güvenmemesi hususunda ona öğüt verdiği belirtilir.

I. Mahmud, hükümdarlığının ilk haftalarında âsi reislerinin taleplerini yerine getirmeye özen gösterdi. Sadece yüklü nakitlerle yetinip herhangi bir memuriyet istemeyen Patrona Halil ve yandaşları şeyhülislâmlık ve kazaskerlik görevlerine, başta yeniçeri ağalığı olmak üzere önemli ocak ağalıklarına kendi adamlarını, sadrazamlığa da Silâhdar Mehmed Paşa’yı getirttiler. Ayrıca Nevşehirli Damad İbrâhim Paşa zamanında konulan bazı vergileri kaldırttılar. Âsilerin Lâle Devri’nde zevk âlemlerine mekân olan Kâğıthane ve Sâdâbâd’daki köşkleri yıkma istekleri de I. Mahmud tarafından kabul edildi . Devlet âdeta Patrona Halil’in vesâyeti altına girdi ve Etmeydanı’ndaki kırk dokuzuncu cemaatin bulunduğu odadan yönetilir oldu. Bu sebeple padişah öncelikle Patrona Halil ve yandaşlarından kurtulmak istiyordu. Güvenilir adamları vasıtasıyla asker ileri gelenlerini kendi safına çekmeyi, Patrona Halil’in nüfuzunu kırmayı, ardından da onu sarayda yapılan toplantıya çağırıp ortadan kaldırarak vaziyete hâkim olmayı başardı. Bu arada Patrona Halil yanlısı binlerce Arnavut’un muhtemel ayaklanmasına karşı tedbir alındı. Birkaç ay sonra yeniçeri ve cebecilerin katılımıyla başlatılan isyan hareketi şehir halkının desteği sayesinde başarısız kaldı. Olaylara karışan yeniçerilerle Boşnaklar ve Arnavutlar İstanbul’dan uzaklaştırıldı. (2 Eylül 1731) bir başka ayaklanma girişimi de engellendi. İstanbul’da sıkı bir disiplin uygulayan padişah asayişe yönelik tedbirler aldı; kadınların kıyafeti, fuhuş, esnafın denetlenmesi, narh meseleleri gibi toplumsal olaylarla yakından ilgilendi. Bu ilk faaliyetlerini yaparken de cülûsunu bildirmek için Avusturya’ya, Lehistan’a ve Rusya’ya elçiler göndermişti.

Âsi gruplarını ortadan kaldırıp devlet idaresine tam anlamıyla hâkim olan I. Mahmud dış meselelerle ilgilenmeye başladı. Özellikle Osmanlı-İran mücadelesi giderek tırmanma eğilimi gösteriyordu. Şark seraskerliğine getirdiği Bağdat Valisi Ahmed Paşa (15 Eylül 1731) İranlılar’ı yenmiş, Hekimoğlu Ali Paşa da Urmiye ve Tebriz’i almıştı.(10 Ocak 1732) Ahmed Paşa ile Muhammed Rızâ Kulı arasında imzalanan barış antlaşmasına göre Tebriz, Erdelân, Kirmanşah, Hemedan, Huveyze ve Luristan İran’ın; Gence, Tiflis, Revan, Şirvan, Şemâhî ve Dağıstan dolayları Osmanlılar’ın olacaktı. Ancak I. Mahmud Tebriz’in İran’a bırakılmasına karşı çıktı. Barış taraftarı Sadrazam Topal Osman Paşa’yı ve Şeyhülislâm Paşmakçızâde Abdullah Efendi’yi görevlerinden aldı. Beşir Ağa’nın da telkiniyle sadârete Hekimoğlu Ali Paşa getirildi ve (6 Ekim 1733) İran’a savaş ilân edildi. O sırada Kandehar’dan dönen Nâdir Ali de bu anlaşmayı kabul etmemiş ve İran’a hâkim olduktan sonra Kerkük’e saldırmış, Bağdat’ı kuşatmıştı. Sekiz ay kadar süren kuşatma Erzurum Valisi Osman Paşa’nın yardımıyla kaldırılmıştı. Ardından Tebriz’in geri alınmasıyla I. Mahmud’a “Gazi” unvanı verildi. Ancak Tebriz elde tutulamadı, Bağdat da kuşatma altına alındı. İran seraskerliğine getirilen Abdullah Paşa’nın (Haziran 1735) Revan civarında Arpaçayı savaşında yenilmesi üzerine Hekimoğlu Ali Paşa’yı sadâretten alan I. Mahmud onun yerine Bağdat Valisi Gürcü İsmâil Paşa’yı, İran seraskerliğine de Rakka Valisi Ahmed Paşa’yı getirdi. Bu arada Kırım hanına hemen Kafkaslar yoluyla İran üzerine gitmesini emretti. Fakat bu gelişme, Osmanlı Devleti’nin Rusya ile arasının açılması sonucunu doğurunca İran’la anlaşma yolları aranmaya başlandı. (1639) Kasrışîrin Antlaşması şartlarına göre bir anlaşma zemini oluştu. Safevî hânedanından Abbas Mirza’yı tahttan indirip kendi şahlığını ilân eden Nâdir Ali Şah, Ca‘ferî mezhebinin tanınarak her yıl İran tarafından Mekke’ye bir emîr-i hac gönderilmesi, esirlerin mübadelesi ve iki tarafın birer dâimî elçi bulundurması teklifleriyle Abdülbâki Han’ı İstanbul’a gönderdi. İran elçisinin girişimlerinden bir sonuç çıkmayınca meselenin İran’da halli uygun görülerek Mustafa Ağa bu ülkeye gönderildi. Sonunda Ca‘ferîliğin beşinci mezhep olarak kabulü teklifinin reddi, fakat Nâdir’in şahlığının tanınması ve İran’da Sünnîliğin resmen ilânı şartıyla (1736) yılında anlaşma sağlandı.

Lehistan veraset savaşlarını müttefiki Avusturya ile kendi lehine sonuçlandıran Rusya, Osmanlılar’la bir süre önce yaptığı antlaşmalara aykırı olarak Ukrayna ve Podolya sınırlarında yeni kaleler inşa ettirirken Azak Kalesi’ne yakın yerlere de kuvvet göndermeye başlamıştı. I. Mahmud’un, Kırım kuvvetlerinin İran sınırındaki Osmanlı kuvvetlerine destek için Kafkasya’daki Kabartay bölgesinden geçmesi emrini buraların kendisine ait olduğu gerekçesiyle protesto eden Ruslar, emrin geri alınmasına rağmen bunu bahane ederek (Mart 1736) Azak Kalesi’ne saldırdılar ve ardından Kırım istikametine, Orkapı’ya yürüdüler. Rus saldırıları karşısında Osmanlı hükümeti, (2 Mayıs 1736) toplanan divanda Fransız elçisi Marquis de Villeuneve’ün de tahrikiyle Rusya’ya karşı savaş kararı almak zorunda kaldı. Sadrazam Seyyid Mehmed Paşa ordu seraskeri tayin edildi. Kaptanıderyâ Canım Hoca Mehmed Paşa donanma ile Kırım sahillerine gönderildi. Trabzon Valisi Yahyâ Paşa Özü muhafızlığına getirildi. İran sınırındaki kuvvetlerin bir kısmı Kefe’ye sevkedildi, daha önce Bosna’dan toplanması kararlaştırılmış olan kuvvetlerin de Babadağı’ndaki orduya katılmasına karar verildi. Fransa elçisi Villeuneve, Avusturya’nın Rusya’nın yanında savaşa katılmaması için diplomatik çaba sarfediyordu. Buna karşılık Çariçe Anna ile anlaşan VI. Karl, giriştiği hazırlıkları tamamlamak için Osmanlı nezdindeki elçisi Talman aracılığıyla Bâbıâli’yi oyalamaya çalışıyordu. Ruslar’ın 13 Temmuz 1736’da Azak Kalesi, Gözleve, Orkapı ve Kılburun’u zaptetmelerine, Bahçesaray ve Akmescid’de tahribatta bulunmalarına rağmen Osmanlı hükümeti barış ümidini koruyordu. Hatta Avusturya’nın savaşa hazırlanmakta olduğu yolundaki Özü, Bender ve Vidin muhafızlarının haberlerine bile önem verilmemişti. (16 Haziran 1736) İstanbul’dan hareket eden Osmanlı ordusu Babadağı’na ulaşıp beklemeye başladı. I. Mahmud tarafından kabul edilen Talman Osmanlı hükümetini oyalamayı sürdürdü. Görüşmelerin Nemirov’da yapılması kararlaştırılmışken Avusturya’nın da üç koldan Osmanlı topraklarına saldırmasıyla savaş başladı (Haziran 1737).

11 Temmuz 1737’de Ruslar Özü’yü işgal ederken Avusturyalılar da Niş, Banyaluka ve İzvornik’e saldırdılar; Eflak’a girip Bükreş’i ele geçirdiler. Bu kayıplardan dolayı çok üzülen I. Mahmud sadrazamlığa Muhsinzâde Abdullah Paşa’yı getirdi. Rikâb kaymakamı Köprülüzâde Hâfız Ahmed Paşa da Rumeli beylerbeyi olarak Niş’i geri almakla görevlendirildi. Sadrazam Abdullah Paşa Banyaluka’da, Hekimoğlu Ali Paşa Bosna’da, İvaz Mehmed Paşa Vidin civarında Avusturyalılar’ı geri çekilmeye zorlarken Hâfız Ahmed Paşa Niş’e girdi. Ordunun İstanbul’a dönmesinden sonra sadrazamlığa Yeğen Mehmed Paşa’yı getiren I. Mahmud, savaş sorumluluğunun Avusturya’ya ait olması şartıyla Fransa’nın barış aracılığını kabul ettiyse de sınır boylarında tahkimatı sürdürdü, bütün hazırlıkları Belgrad’ın geri alınması planına göre yaptırdı. Bu arada, bir süredir Tekirdağ’da ikamet etmekte olan II. Rakoczi Ferenc 1738 yılı başında Erdel Krallığı tacı giydirilerek bu ülkeye gönderilmişti. (1738) ilkbaharında sefere çıkan ordu Adakale ve Belgrad’a hareket ederken Avusturyalılar Tımışvar tarafından saldırıya geçtiler; Orsova, Mehâdiye ve Semendire dolaylarında şiddetli çarpışmalar oldu. Osmanlılar, Mehâdiye’yi alarak Orsova ve Adakale’yi kuşatıp Tuna’yı geçtiler, Tımışvar’a akınlar yaptılar. Bu sırada Şebeş ve Lugoş kaleleri tahrip edildi, 17 Ağustos 1738’de Adakale alındı. Ardından Niş’e gelen Yeğen Mehmed Paşa buradan Belgrad’a akınlarda bulundu.

Rus cephelerinde Bender seraskeri Nûman Paşa, Özü’yü geri alabilmek için Aksu ve Dinyester boylarında çarpışıyordu. Dinyester’i geçmek isteyen Ruslar 1738 yılı başlarında püskürtüldü; Azak’tan Karadeniz’e çıkan Rus donanması, Kaptanıderyâ Süleyman Paşa kumandasındaki Osmanlı filosu tarafından yakıldı. Bu sırada Fransa’nın Pasarofça Antlaşması esasları dahilinde barış için yaptığı girişimler mağlûp müttefikler tarafından kabul edilmedi. I. Mahmud, Yeğen Mehmed Paşa’nın yerine sadrazamlığa İvaz Mehmed Paşa’yı getirdi. 1152 Muharreminde (Nisan 1739) İstanbul’dan yola çıkan orduya kumanda eden İvaz Mehmed Paşa’nın hedefi Belgrad idi. Belgrad-Hisarcık arasında yapılan şiddetli muharebelerde Osmanlı kuvvetleri Avusturyalılar’ı yenerek Belgrad’ı geri aldı. Bunun üzerine Avusturya hükümeti Osmanlı Devleti’nden barış talebinde bulundu. (28 Eylül 1739) tarihinde yirmi yedi yıllığına yapılan anlaşma ile savaşlara son verildi ve Avusturyalılar Tuna’nın kuzeyine çekildi. Öte yandan Besarabya üzerinden Memleketeyn’e girmek isteyen Ruslar’ı İsveç-Fransa anlaşması, Fransa’nın Baltık’a donanma göndermesi ve Osmanlı-Prusya yakınlaşması telâşa düşürdü.  (10 Ocak 1737) Osmanlı hükümetinin İsveç’le bir ticaret antlaşması yapması Ruslar’ı daha da tedirgin etti. Avrupa’daki gelişmeler karşısında, Hotin’i almalarına rağmen müttefikinin savaştan çekilmesinin de rolüyle Rusya Osmanlı Devleti ile barış yapmak zorunda kaldı (12 Aralık 1739). Buna göre Azak Kalesi Ruslar’da kalacak, fakat tahkim edilmeyecek, Kabartay bölgesi tarafsız olacaktı. Bu anlaşmaların yapılmasında önemli rol oynayan Fransa elçisi Villeuneve 1740’ta kapitülasyonları genişleterek yeniletmeyi başardı.  (4 Ocak 1740) İsveç’le bir savunma antlaşması yapıldı, yine Fransa elçisinin girişimi sonucu İspanya ile de ticaret antlaşması imzalandı. Böylece Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri arasında bir denge kuruldu ve 1182’ye (1768) kadar sürecek olan uzun barış devri başladı.

Savaş ortamının sona ermesinin ardından ağır kış şartları 1740 yılında küçük çaplı bir isyana yol açtıysa da kolaylıkla bastırıldı, İstanbul’da bulunan işsiz güçsüz kimseler memleketlerine gönderildi. Bu sırada doğuda Nâdir Şah’ın faaliyetleri yeni problemlere yol açtı. Onun Kafkasya’ya yönelik girişimleri tepkiyle karşılandı. Çok geçmeden Nâdir Şah’ın Ahmed Paşa’dan Bağdat’ın teslimini istemesi, ardından da burayı ve Kerkük’ü kuşatması ve (Temmuz 1743) Kerkük’ü alması yeni bir mücadelenin başlamasına yol açtı. I. Mahmud, Hekimoğlu Ali Paşa’yı sadâretten alıp yerine getirdiği Seyyid Hasan Paşa’yı İran seferine gönderdi. Bu arada Safevî hânedanından olup bir süredir Rodos’ta bulunan Sâfî Mirza İran tahtına aday gösterildi. Fakat Kars önlerinde yapılan savaştan kesin sonuç alınamadı. Mücadeleler (9 Aralık 1744) tarihine kadar sürdü. Şark Seraskeri Ahmed Paşa’nın yerine getirilen Yeğen Mehmed Paşa, geri çekilmekte olan İran ordusunu takip ederek Revan’da yakalamışsa da yapılan çarpışmalar sırasında hayatını kaybetmesi askerin dağılmasına ve Kars’ın düşmesine sebep oldu. Fakat Diyarbekir Valisi Abdullah Paşa’nın Hemedan’a yönelik akınlarının kendisini zor durumda bırakması üzerine Nâdir Şah, Serasker Ahmed Paşa ile Bağdat Valisi Ahmed Paşa’ya haber göndererek Ca‘ferîliğin beşinci mezhep olarak kabul edilmesi fikrinden vazgeçtiğini bildirdi, ancak Musul ve Basra’nın kendisine verilmesini istedi. İstanbul’a gelen Feth Ali Han’ın şahın barış talebinde samimi olduğunu bildirmesi üzerine anlaşma yapılmasına karar verildi ve Nazif Mustafa Efendi, Osmanlı tekliflerini Kazvin’de Nâdir Şah’a bildirdi. Bağdat Valisi Ahmed Paşa nezdinde Kasrışîrin Antlaşması esasları dahilinde anlaşma sağlandı ( 4 Eylül 1746); İranlılar’ın sahâbeye hürmetkâr olmaları, hacıların ve yolcuların güvenliğiyle esirlerin iadesi meseleleri hükme bağlandı. İran şahının dostluk nişanesi olarak gönderdiği ünlü taht-ı Tâvûs ve diğer hediyeler, onun bir suikast sonucu öldürülmesinin ardından çıkan karışıklıklar yüzünden uzun süre Bağdat’ta kalmış, ancak III. Mustafa zamanında İstanbul’a getirilebilmiştir (Şem‘dânîzâde, II/A, s. 31-32).

Fransa’nın tahriklerine rağmen, VI. Karl’ın 1740’ta ölümünden sonra çıkan veraset savaşlarından yararlanmaya çalışmayarak barışçı siyasetten ayrılmayan, hatta Nâdir Şah’ın öldürülmesi üzerine İran’da çıkan karışıklıklar sırasında aynı tavrını sürdüren I. Mahmud hükümdarlığı boyunca, içeride Dârüssaâde Ağası Moralı Beşir Ağa zamanında çıkan saray ağaları vak‘ası, başta Aydın’da yarı bağımsız hale gelen Sarıbeyoğlu olmak üzere Anadolu’daki levent eşkıyasının tenkili, Şam’da Seyyid Fethi’nin cezalandırılması,  (Temmuz 1748) İstanbul’da çıkan isyan ve Necid’deki Vehhâbî meselesi gibi olaylarla uğraşmak zorunda kaldı. Orduyu güçlendirmeye ve modernleştirmeye çalıştı, Yeniçeri Ocağı’na dokunmamakla birlikte onları kontrol altına almaya dikkat etti, maaşlarının düzenli olarak ödenmesini sağladı. İbrâhim Müteferrika’yı huzuruna çağırarak ondan savaşlarda mağlûbiyetin sebeplerini ve alınacak tedbirleri sormuş, böylece Usûlü’l-hikem’in yazılmasına vesile olmuştu. Onun tavsiyeleri doğrultusunda, III. Ahmed zamanında iltica talebinde bulunan, ancak bu isteği I. Mahmud döneminde gerçekleşen ve Humbaracı Ocağı’nı ıslah etmekle görevlendirilen Fransız mühtedisi Humbaracı Ahmed Paşa (Comte de Bonneval), bir yandan maaşlı bir Humbaracı Ocağı kurarken diğer yandan  (1734) yılında Üsküdar’da Hendesehâne (Humbarahâne) adıyla bir kışla ve okul açmış, böylece III. Mustafa ve III. Selim devirlerinde kurulacak olan mühendishânelerin ilk örneğini meydana getirmiştir. Bu arada Topçu Ocağı düzene sokularak yeni toplar döktürülmüş, 1732’de timarlı sipahiler için daha sonraki kanunlara temel olacak yeni bir kanun hazırlanmıştır. İbrâhim Müteferrika’nın  (1747) ölümünden sonra kapanan matbaanın yeniden faaliyete geçirilmesi, bu iş için Lehistan’dan ustalar getirtilmesi, Yalova’da kâğıt imalâthanesinin açılması, kâğıt ithali ve ilk defa yangınlara karşı hortumlu tulumbacılar kullanılması da bu dönemde gerçekleştirilmiştir . Taşrada merkezî hükümetin gücünü yerleştirmeye çalışan, ancak âyan denilen zümrelerin bir güç odağı haline gelmesini önleyemeyen I. Mahmud,  (1740) bir adâletnâme neşrederek halkı gerek bunların gerekse taşradaki idarecilerin zulüm ve baskılarından korumak istemiştir. Döneminde önemli bir malî buhran yaşanmamıştır. O zamana kadar hicrî takvime göre yapılan malî ödemelerin şemsî takvime göre yapılması uygulaması başlatılarak devletin uğradığı zararlar önlenmek istenmiştir. Saltanatı boyunca altın, gümüş ve bakır paralar kestiren padişah Anadolu ve Rumeli’de para kesimini yasaklamış, sadece merkeze uzak Mısır’da, Kuzey Afrika eyaletlerinde, Bağdat ve Tiflis’te buna izin vermiştir.

Osmanlı Devleti’ne son parlak dönemini yaşatan ve haleflerine uzun bir barış devri bırakan I. Mahmud, (13 Aralık 1754) cuma namazından dönerken Topkapı Sarayı’nın Demirkapı girişinde vefat etti. Nuruosmaniye Camii’nin yanında hazırlattığı türbesine defnedilmeyip halefi III. Osman’ın iradesiyle Yenicami yanındaki Vâlide Turhan Sultan Türbesi’nde babası II. Mustafa’nın yanına gömüldü. I. Mahmud dış ve iç meselelerde denge politikası izlemiş, dahildeki huzursuzlukları sık sadrazam değiştirmekle önlemeye çalışırken dış politikada başarılı anlaşmalara imza atmıştır. Onun ülke meseleleriyle yakından ilgilendiği, Dîvân-ı Hümâyun toplantılarına katılarak halkın dertlerini dinlediği, cirit, at yarışı, yüzme sporlarından ve özellikle mehtap seyrinden hoşlandığı belirtilir. Kaynaklarda dindar, zeki, bilgili, yumuşak huylu, hamiyetli, barış sever, âdil ve vakur bir padişah olarak vasıflandırılan I. Mahmud, “Sebkatî” mahlasıyla şiirler yazmış, mûsikiyle uğraşmış ve bir kısmı günümüze ulaşan besteler yapmış muhtemelen tanburî bir sazendedir. Başta lâle olmak üzere çiçekleri çok sevdiği ve satranç meraklısı olduğu nakledilir.

İstanbul-Edirne arasındaki mîrîye ait bütün kasırları tamir ettiren , özellikle de İstanbul’un imarı için çalışan ve çağdaş tarihçiler tarafından “muammir-i bilâd” olarak nitelenen I. Mahmud, Lâle Devri’nde başlayan imar faaliyetlerini daha bilinçli şekilde sürdürmüştür. Nuruosmaniye Külliyesi’nin inşasını başlatmış, fakat burası halefi III. Osman zamanında bittiği için onun adıyla anılmıştır. Orta Kapısı’nı onarttığı Yeni Saray’ın sahilinde inşa ettirdiği Topkapı Sahilsarayı’nın adı zamanla bütün saraya teşmil edilmiştir. Ayrıca Topkapı Sarayı’ndaki Hazine Dairesi’nden başka Elçi Hazinesi’ni yaptırmış, Beşiktaş Sahilsarayı ile Yalı Köşkü’nü ilâve köşkler ve bahçelerle genişletmiştir. Bunların dışında Yıldız Dede, Tulumbacılar Odası ve Defterdar Kapısı mescidleriyle Rumelihisarı’nda Hacı Kemâleddin (İskele), Beşiktaş’ta Arap İskelesi, Üsküdar’da Sultan Mahmud ve Kandilli camileri gibi birçok mâbedin bânisi olan I. Mahmud, Beyazıt Camii’nin kubbesiyle Beylerbeyi’ndeki camiyi tamir ettirmiş, günümüzde Yeraltı Camii olarak anılan Kurşunlu Mahzen’i mâbed haline getirip  buradaki sahâbe mezarlarını caminin içine aldırmıştır. I. Mahmud’un tuğralı kitâbesi caminin kapısı üstünde bulunmaktadır. İstanbul’un özellikle Galata ve Beyoğlu yakasının su meselesine el atmış, yaptırdığı bentlerde toplanan suları Tophane’de tamamlattığı meydan çeşmesiyle  Azapkapı’daki Sâliha Sultan Çeşmesi’ne, Kasımpaşa, Tepebaşı, Galata ve Beşiktaş semtlerindeki 100’den fazla çeşmeye dağıtmıştır. İnşa ettirdiği su makseminden dolayı ünlü “Taksim” adı onun zamanından beri kullanılmaktadır. Tophane sahillerinin doldurularak meydanın genişletilmesi, Tersane deposu ve yanındaki çöp mahzeninin yenilenmesi de bu padişah zamanında olmuştur.

I. Mahmud Ayasofya, Fâtih ve Süleymaniye camileriyle Galata Sarayı’nda kütüphaneler yaptırarak giderleri için Vidin ve Semendire’de köyler vakfetmiş, taşradan toplattığı değerli yazmalarla sarayda âtıl vaziyette duran eserleri buralara koydurmuştur. Galata Sarayı Mektebi’ni âdeta yeniden kurarak ve dershane açtırarak sık sık ziyaret etmiştir. Fâtih Camii yanında açtığı dershanede özellikle Ṣaḥîḥ-i Buḫârî okutulmasına özen göstermiştir. İstanbul dışında Belgrad ve Vidin’de kütüphaneler yaptırıp buralara değerli kitaplar göndermiştir. Topkapı Sarayı’nda III. Ahmed’in kurduğu kütüphane içinde Revan Köşkü bölümünü açtırmış, buraya kitaplar vakfetmiştir. Onun bu kültürel faaliyetlerine devrin devlet ricâli de katılmış, böylece İstanbul âdeta kütüphanelerle süslenmiştir. Bunlardan Âşir Efendi ve Reîsülküttâb Mustafa Efendi’nin kütüphaneleri Süleymaniye Kütüphanesi içerisinde, Âtıf Efendi’ninki müstakil binasında faaliyetini sürdürmektedir (Erünsal, s. 83 vd.). Bu arada Ayasofya Külliyesi’nde sıbyan mektebini ve Beşiktaş’ta Bayıldım Kasrı’nı inşa ettirmiştir. Yûşâ tepesindeki Tokat Köşkü’nü Hümâyunâbâd adıyla yeniden yaptıran Sultan Mahmud Kanlıca’daki Mihrâbâd Kasrı’nın da bânisidir. Ayasofya Kütüphanesi’ne gelir sağlamak amacıyla günümüzde de faaliyetini sürdüren Cağaloğlu Hamamı’nı inşa ettiren, civarına vakıf evler yaptırarak iskâna açan ve bir mahalle haline getiren, Sultanahmet’te Çatalçeşme’deki defterdarlık binasını onartan da odur. Topkapı Sarayı’nda Mukaddes Emanetler Dairesi’nde bulunan kadem-i şerifi Eyüp Sultan Türbesi’nin kıble tarafında mermerden yaptırdığı yirmi gözlü bir kemer içine koydurarak halkın ziyaretine açmıştır. Çok sevdiği Kandilli’yi de imar edip Nevâbâd adını veren ve iskâna açan, Kahire’de bir külliye yaptıran I. Mahmud’un İstanbul dışında daha birçok hayır eseri bulunmaktadır. 1736’da Rus tahribatına uğrayan Bahçesaray’daki Han Sarayı, camisi ve kütüphanesinin tamiri için gerekli malzeme onun tarafından gönderilmiştir.

Kaynak: İslâm Ansiklopedisi