Osmanlı-Suudi Savaşları (1811-1818)
Osmanlı-Suudi Savaşları (1811-1818), Osmanlı-Suudi Savaşları, Osmanlı-Suudi Savaşları (1811-1818) Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa komutası altındaki birlikler ile, Diriye Emirliği ordusu arasında yapılan savaştır.
Bugünkü Suud Hanedanına adını veren Muhammed bin Suud, Arabistan’ın çeşitli yerlerine dağılmış olan Aneze kabilesinin Mesâlîh koluna mensup Âl-i Mukrin aşiretindendir. Ataları 15. yüzyılda Katîf’ten gelerek Diriye’ye yerleşmiş ve o tarihten itibaren Diriye emirleri bu aileden çıkmaktaydı. Babasının ölmesi üzerine Muhammed bin Suud, Diriye ve çevresinde ilk olarak 1726’da bağımsız bir emir sanıyla hükmetmeye başladı. Bu dönemde Hz. Muhammed’in zamanındaki hayat tarzına dönülmesini savunan ve her türlü yeniliğe ve mezarlara karşı olan Vahhabiler, ve öğretilerin yayıcısı Muhammed bin Abdülvehhab bazı sahâbelerin kabirlerini yıktırması sonucu gördüğü tepkiler üzerine Diriye’ye sığınmak zorunda kaldı. Vahhabilere göre mezarın sadece ziyareti değil, yerinin belli olması bile cehennemin kapılarını açacak bir kabahatti. Diriye’ye yerleşmesi Muhammed bin Abdülvehhâb’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Suud ailesi kendisine sahip çıktı ve fikirlerinin yayılmasına destek verdi. Böylece birbirleriyle anlaştılar. Bu ittifak hem Suûdîler’in hem Vehhâbîler’in tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Daha sonra Muhammed bin Suûd’un Abdülvehhâb’ın kızıyla evlenmesiyle aralarında akrabalık kurarak dinî-siyasi bir güç oluşturdular Bu arada emirliğin Muhammed bin Suûd, şeyhliğin Muhammed bin Abdülvehhâb nesline ait olması kararlaştırılarak Suûdî hânedanının temelleri atıldı ve devletin takip edeceği siyaset belirlendi. Birtakım yeni fikirlerle desteklenmiş katı kurallara oturtulan Vehhâbî-Suûdî hâkimiyetini tüm Arabistan ve Körfez ülkelerine yayma çabasına girdiler. Vehhâbîlik hareketi, yaklaşık otuz yıl süren yavaş ve düzensiz bir yayılma döneminin ardından Suûd ailesinin Necid’in tamamına hâkim olmasıyla büyük bir ivme kazandı.
1765’e kadar emirliği devam eden Muhammed bin Suud, Osmanlı Devleti’nin tepkisinden çekindiği için Irak ve Hicaz bölgelerine pek fazla yanaşmadı. Ancak Abdülvehhâb’ın öğretisine sıkıca bağlı olan oğlu Abdülaziz yaptığı ittifaklar sayesinde denize çıkış yolu olan Lahsa’yı, 1784 yılında ele geçirdi. Diğer taraftan Hicaz’a gözünü dikti. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti tarafından isyancı olarak kabul edilen Suud güçleri Lahsâ’nın kuzeyinde Osmanlı askerleri ile giriştiği mücadelede galip gelerek Lahsâ’nın limanı olan Uceyr’e kadar ulaştı.
Napolyon Bonapart’ın 1798’de beklenmedik bir şekilde Mısır’ı işgal etmesi ve bunun ardından ortaya çıkan meseleler Suûdîler’in işine yaradı. 1802’de Abdullah bin Suud, Kerbela’yı basıp matem ayini yapan Şiiler’in 2000’den fazlasını öldürerek Hüseyin’in sandukasını ateşe verip türbedeki 200 deve yükü altın ve gümüş eşyayı Diriye’ye getirdiler. 1803’te Hicaz’a karşı giriştikleri işgal hareketi ile birlikte ilk önce Taif’i ardından da 1805’te yeniden Hicaz’a girip Medine’yi ele geçirdiler. Medine’de ne kadar türbe ve mezar varsa hepsi yerle bir edildi ve Mescid-i Nebevi yağmalandı. Bir yıl sonra da 1806’da Mekke’yi ele geçirdiler. Hac yolu seneler boyu kapalı kaldı ve uyarılara kulak asmadan Mekke’ye doğru yola çıkanlardan da hiçbir haber alınamadı. Özellikle bu son olaylar Osmanlı Devleti’nin prestijini sarsacak nitelikteydi, zîrâ Osmanlı Devleti bu iki kutsal şehir üzerinde 1517’den beri hükümranlığını kesintisiz sürdürmekteydi. O yıllarda bir yandan Sırp İsyanı ile uğraşan diğer taraftan da Rusya ile savaş halinde olan ve aynı zamanda Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesiyle neticelenen bir isyan nedeniyle iç meselelerle boğuşan Osmanlı Devleti ancak Sultan II. Mahmud tahta geçtikten sonra sorunun çözümü için bir girişimde bulunabildi.
II. Mahmud, kutsal şehirleri tekrar ele geçirmek ve Suriye’yi tehdit eden Vahabbi tehlikesini ortadan kaldırmak için Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya başvurmak zorunda kaldı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1811’de oğlu Tosun Paşa komutasındaki muntazam piyade ordusunu Süveyş üzerinden Hicaz’a sevketti. Tosun Paşa ilk önce Medine’yi geri aldı. Tosun Paşa’ Medine’nin anahtarını Mısır’a babasına gönderdi. Kavalalı Mehmed Ali Paşa da bu anahtarı, Anahtar Ağası Latif Ağa ile İstanbul’a gönderdi. Medine’nin kurtarılması haberi İstanbul’a ulaşınca ertesi Cuma günü anahtarın karşılanması için büyük bir alay tertip edildi. 30 Ocak 1813’te Latif Ağa top sesleri arasında İstanbul’a girdi. Şeyhülislam, Sadaret kaymakamı, Kaptan-ı Derya, Kazaskerler ve devlet büyükleri Eyüp Sultan’a gidip anahtarı karşıladılar. Anahtarı Haram Ağası aldı ve saraya getirerek Sultan II. Mahmud’a teslim etti. Medine-i Münevvere anahtarını İstanbul’a getiren Latif Ağa ile maiyetine hilatlar giydirilip kese kese altınlar verildiği gibi Latif Ağa’ya da Beylerbeylik rütbesi verildi.
Tosun Paşa’nın Mekke, Cidde ve Taif’i de geri aldığının haberi gelmesi üzerine Sultan II. Mahmud bir hafta top şenliğinin yapılmasını buyurdu. Mehmed Ali Paşa’nın bir diğer oğlu İsmail Bey İstanbul’a gelerek Mekke’nin anahtarlarını bizzat Sultan II. Mahmud’a takdim etti. Tekrar Osmanlı Devleti’nin denetimi altına giren hac yollarının tamiri için bir bina emini tayin etti. Ardından da Kahvecibaşı Ağa ile Kavalalı Mehmed Ali paşa ve oğlu Tosun Paşa’ya kılıç, kaftan, mücevherli hançer, hilatler ve tuğlar gönderdi. Aynı yıl Mehmed Ali Paşa da bir kısım kuvvetlerle Hicaz’a gelerek bazı düzenlemeler yaptı. Babası Suûd b. Abdülazîz’in ölümü üzerine 1814’te Suûdîler’in başına geçen Abdullah bin Suud, Tosun Paşa’nın Necid harekâtı sırasında onunla mütareke yaptı; ancak barış görüşmeleri bir netice vermedi.
Mekke ve Medine ile Hicaz’ın tamamı geri alınmıştı ancak Suudilerin merkezi henüz ele geçirilememişti. 1816’da ölen Tosun Paşa’nın yerine Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın diğer oğlu İbrahim Paşa’nın bölgeye gelmesiyle mücadele şiddetlendi. Abdullah bin Suud, 2 Mayıs 1817’de İbrâhim Paşa kuvvetlerine mağlûp oldu ve merkezi olan Diriye’ye çekildi. İbrâhim Paşa beş aylık bir kuşatmadan sonra 6 Eylül 1818’de Diriye’yi ele geçirerek iç kaledeki bir kasra sığınmış bulunan Abdullah bin Suud’u dört oğlu ve bazı yakınları ile birlikte yakaladı.
Suud ailesinden pek çoğu kuşatmadan önce kaçtı. Kalanlar Mısır’da ve İstanbul’da hapishanelere gönderildi. Önce Medine’ye sonra da Mısır’a götürülen Abdullah bin Suud ise, kâtibi ve hazinedarı ile birlikte deniz yoluyla İstanbul’a gönderildi. 14 Aralık 1818’de, Haliç’te Defterdar İskelesi’ne çıkarıldıktan sonra zincirlere vurulmuş bir şekilde halka teşhir edilerek Bâbıâli’ye getirilerek Sadrazam’ın huzuruna çıkarıldı. Sadrazam, Abdullah bin Suud ve adamlarını Mısır’dan getiren Kapı Kethüdasına, Tatar Ağasına, geminin kaptanına ve diğer görevlilere samur kürkler hediye etti ve her birine ömür boyu gelir bağladı. Abdullah bin Suud ve adamları, Bostancıbaşı’nın hapishanesine gönderilip Mekke ve Medine’den gasp ettiği malların tespiti için üç gün kadar burada sorguya çekildi. Sorgular sırasında Mekke ile Medine’den ve Hüseyin’in Kerbela’daki türbesinden çaldıkları bazı mallar hakkında Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından hapsedilen öteki adamlarının bilgi sahibi oldukları öğrenildi. Bu konuda Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya gereken yazılar yazıldı. 17 Aralık 1818 günü Sultan II. Mahmud o gün yapılan cirit ve mızrak oyunlarını seyretmek için Beyazıt’taki eski saraya gitmişti. Abdullah bin Suud’u adamlarıyla beraber eski saraya götürüp padişahın huzuruna çıkardılar. Sultan II. Mahmud mahkûmları bir müddet seyrettikten sonra idamlarını emretti. Abdullah bin Suud, Sultan II. Mahmud’un huzurunda Bostancıbaşı Halil Ağa’nın kılıcıyla padişahın gözleri önünde kellesi kesilerek idam edildi. Bu zafer, hac yollarının güvenliğini tekrar sağlamış olduğundan Kavalalı ailesine büyük prestij kazandırdı. Nitekim 1821 yılında başlayan Yunan İsyanında Sultan II. Mahmud tekrar Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yardımına başvurdu.